27 Mayıs 2018 Pazar


Yirmili yaşlarımın henüz başlarındaydım. Leonard Cohen'le aşka, yenilgiye, yaşamın kendine has yanlarına, küçük şeylerin görkemine, yalnızlığa ve esrikliğe dair çok özel bir dostluk geliştirmiştik. Müzik, hasbahçemiz, şiir yoksunluğumuzdu. Duvarları kağıttan bir evde yaşıyorduk. Yabancıları seviyor ama yine de muskalarımızı kuşanmadan onlarla birlikte olmuyorduk. Cohen beni Catherine Tekakwitha'ya benzetiyordu. Bense Pawel Pawlikowski'nin İda'sına benziyorum diye inat ediyordum. (Acaba o filmi hiç izlemiş miydi?) Yolculuklardan hoşlanıyorduk. (Tıpkı Breavman ve Krantz gibi.) Radyoda rock'n roll çalıyorsa içimizdeki özlemi, Handel çalıyorsa ihtişamı anlıyorduk. Mistik arayışlarımız da birbirine benzerdi üstelik. Onun içinde bir keşiş, benim içimde bir derviş yaşıyordu. Yaşlandıkça bilge bir kaplumbağayı andırmaya başlamıştı. Hemen her gece uyumadan önce, "Tanrım, hazırım." diyordu. Belli ki insanların onu bilinmeyen yönleriyle anlatmaya başlayacakları gün yakındı. Bir ölünün sırlarını açığa çıkarmaktan tuhaf bir haz duyarız. Nasılsa hayatta olmadığına göre söz ya da sır hükmünü yitirmiştir diye düşünürüz. Cohen bunu biliyordu. (Everybody knows) Giderken yanında pek fazla sır götürdüğünü sanmıyorum bu yüzden.