26 Kasım 2022 Cumartesi

Fish of Oneself

Bir avuç su, bir dolu yaşam... Ama nereden gelir bu yaşantılar? Toprağı kazdım ve bir küçük gölet kurdum. Tıpkı, bir haritada gerçeğinden daha küçük görünen göller gibi, benim göletim de gökyüzünü anlatan küçük bir su parçası. Bazen tutkulu mavi, bazen düşünceli gri ve geceleri yalnız ışıltısıyla fark edilen bataklık karası.

Bir balık yetiştirebilirim orada. Böyle düşündüm. Her suda mutlaka bir canlı yaşar. Yaşasın o halde. Kendiliğinden var olsun. Kendiliğinden balık. Bekleyişimin yedinci senesinde bu yıllığı tuttum.

Kendiliğinden Balık 'ın yedi senelik güncesi.

1. Sene: Göl, durgundu. Hiç taş sekmedi üstünde, hiçbir dalga belirmedi, kıyı kendini ona duyurmadı. Gök onu cömertçe doyurdu. Yağmur sanki gölün içinden yağdı. Sazlıklar ondan habersiz nefes aldı, aşıkların dudaklarına ney kesildiler. Yaban ördekleri, karabataklar, kuğular... Gökten seyrettiler onu, gölün şeffaf yüzüne dokunacakları günü düşlediler.

2. Sene: Göl, yosunlandı. Yaşam başka türlü başladı. Duran her şeyin içinden yükselen yeşil, koyulaştı, koyulaştı. Saçaklarına başka balıklar gizlendi. Nereden geldi bu balıklar? Ördekler, karabataklar düşlemekten sıkıldı, perdeli ayaklarıyla gölün şeffaf yüzünü yaraladılar.

3. Sene: Göl, bulandı. Ölüm başka türlü geldi. Bir kuğu, apak boynunu büküp uzandı göle. Başı suyun içinde, gövdesi su yüzünde öylece kalakaldı. Gölün ilk kez kıyıdan haberi oldu. Kuğuyu kıyının kucağına bıraktı. Balıklarda bir telaş başladı. Bir akbaba gölgesi belirdi gölün bulanmış çehresinde. Göl, gözlerini yumdu tüm bu olan bitene. Balıklar kuğudan kalanlarla bir şölen başlattılar.

4. Sene: Göl, karardı. Gece başka türlü yaklaştı. Gökten inmedi, dipten yükseldi ve gölün yüreğine yerleşti. Dışarıda bir yaşam mı vardı? Kıyıdan ne haber getirdi kayıklar? Sazlıkların diplerinde su yılanları, çocukların pembe ayaklarına dolandı, korkuttular onları. Gelmezler bir daha, gelmeyecekler. Göl, kuğularını yitirdiği gibi yitirdi çocukları.

5. Sene: Göl, buz tuttu. Kış, tıpkı bir ateş gibi sıçradı göle, bir kıvılcım gibi tutuştu kristaller, boydan boya sardılar gölün yüzünü. Kıyıda her şey çekip gitti, yerine beyaz yükseltiler bıraktılar. Çamlar, bir süreliğine terk edilen evlerde, üstlerine beyaz çarşaf çekilmiş eşyalardan farksızdılar. Birden, bir çocuk belirdi beyaz yükseltiler arasından. Göle yaklaştı, çantasını onun soğuk yanağına dayadı. Bir çift kırmızı pabuç çıkardı ve giydi. Gölün üstünde kayarak ilerledi, yavaş ve temkinli. Gölün içi gıdıklandı, soğuk yüzü seyirdi, titredi. Çocuk, korktu gölden yükselen çıtırtılardan. Ama durmadı, başladı kaymaya. Gölün yüzüne çizikler bırakarak döndü döndü döndü... Gölgesi gölün içinde belirdi, onunla beraber kıvrıldı, sıçradı, durdu. Gölün karşısından bir bekçi düdüğü duyuldu. Çocuk, pabuçlarını çantasına koydu, geldiği beyazlıkların arasına karıştı. Gölün yüzünde, yalnızlıktan derin yarıklar oluştu.

6. Sene: Göl, unuttu. Unutuş ona bir kıpırtı bahşetti. Bir gölge geziniyordu içinde, bir çocuk mu bir balık mı olduğunu ayırt edemediği bir gölge, belki balık, kendiliğinden balık... Yaşamı çoğaltan, kıyıdaki otları yeşerten, sazlıkları neşelendiren bir balık. Yusufçukları, kelebekleri, sinekkuşlarını çağıran, ince kayıklarla gezinenlere aşk sözleri fısıldayan, durulayan, her şeyi tek tek durulayan bir balık. Gölün yüzüne aşktan sağanaklar yağdı.

7. Sene: Kendiliğinden Balık'ın şarkısını duydunuz mu? Onun destanını çürüyüp tekrar yeşeren sazlıklar yazdı. İçli kamışlar besteledi, göçmen kuşlar uzak diyarlara taşıdı. Bir avuç su, bir dolu yaşam... İşte buradan geldi bu yaşantılar. 

Yaşam her gölde, bir gölge gibi beliren o balıkla başlar...

31 Ekim 2022 Pazartesi

"Oyalanmasız bir düşünce"

"Karanlıkta, kendi ışığını daha iyi görür. Yalnızlık onu münferit düşünceye götürür, oyalanmasız bir düşünceye, yükselen ve yücelirken saf sükûnete eren bir düşünceye götürür."

"Dikey zaman yükselir. Kimi zaman düşer de. Poe'nun Kuzgun'unu okumayı bilenlere geceyarısı artık hiç yatay olarak gelmez. Ruhun içinde alçalır da alçalır... En dibe, on ikinci vuruşa, on ikinci yaraya, on ikinci anıya dek dalma cesaretine sahip olduğum geceler enderdir... Çok geçmeden dönerim yüzeysel zamana; zincirlerim kendimi, tekrar zincirlerim, yaşayanlar arasına, yaşama dönerim. Yaşamak istiyorsak, hayaletlerimize mütemadiyen ihanet etmeliyiz..."


- Gaston Bachelard

8 Ekim 2022 Cumartesi

Yaşayan Ölü - Sâmiha Ayverdi

 "Meğer bu güne kadar Seniye ile ben, su ile kadehin yek diğerine ihtiyacı nevinden bir yakınlıkla iç içeymişiz. Bu birleşme ve ihtiyaç hengâmında terkiblerimizin, hamurumuzun başka başka oluşunu fark edememişiz. Şimdi bir fiske geldi bardağı kırdı ve su döküldü. Artık o su ve kadeh birbirleriyle buluşamazlar. Eğer onlar birbirlerinin cinsinden olsalardı, bulutta, gölde, çayırda, denizde gün olup birleşmeleri mümkün olurdu. Korkuyorum, bir sırça gibi ayak altında ezilmekten korkuyorum."


- Su ol, öyleyse Leyla! Su gibi aziz...

20 Ağustos 2022 Cumartesi

Aşk tohumu

Benim aşk tohumum, yeşermek için tutuşan idrâk toprağına, kalbi akla düğümleyen bir elin maharetiyle serpildi. Benim aşk tohumum, ilkin boşluklarıma, yokluklarıma kast eden bir varlık eliydi. Tutup önce eksiklerimi kavradı, bana bir dil öğretti. Benim yarımımla bir başkasının yarımını değil, tam olanı bir başka tam olanla karşılayabilen bir kalp meşrebi tâlim ettirdi. Benim aşk tohumum, yarılıp çatlamak için, ruhların ahitleştiği ilk meclisten bugüne dek hasretle beni bekledi.

Aşk tohumum, hiçbir zerrenin erişemeyeceği o kuytuda bir damla zaferan mürekkebi gibi belirdi. Gözlerimin içinde, bir kan damlası gibi kıpkızıl ve aydınlık ışıdı, öylece billurlaştı. Gözlerimin içini dilsiz bıraktı, dilimi mühürledi, avuçlarımı yalnız onun duacısı olacağım zamanlar için oyup boş bıraktı. 

Onunla dolmaya başladığım an, beni bomboş bıraktı. Bir uykuda, bir düşte beni kendinden çekip ayırdı. Beni yüzünün, beni sesinin yokluğunda sınadı. O, yokluğunda var oldu. Beni acıdan sarhoş, sevinçten budala yaptı. Her ikisinden sonra bir bilge, bilgeden sonra bir hiç, hiçlikten sonra var kıldı. Neyim varsa eksilte eksilte çoğalttı.

Şimdi, yazan bu el, onun şevkiyle yazmaktadır. Şimdi serpilen ne varsa sözcük sözcük, hepsi onun ikramıyladır. Döktüğüm her gözyaşı, onu sulayan bulutun yağmuruyladır. 



21 Nisan 2022 Perşembe

Safiye Erol'la Karşılaşma

Her tuhaf karşılaşmanın bizim gelecekteki dirilmişliğimiz olduğunu, hiçlikten çekip çıkarılışımıza dair, tıpkı birer ulak gibi, karşımıza dikilmiş olabileceğini düşünürüm. Ne gözün kaydı aleladedir ne de kulağınki. Bellek dediğimiz şey yalnız geçmişin mi yurdudur? Hiç sanmıyorum.

Bir şey artık bende kaçınılmaz olmuştu. Gerçeğimin fevkine varmak, daha taşımakla sarhoşu olduğum ezeli bir şarabın kadehini aşkla kırmak, yalnız adını sarf ederek kendimi zengin saydığım hazinenin bizzat aslını son cevherine dek vakfetmek kaçınılmaz olmuştu. Yaşamın tefsirine ne zaman kalkışsam çoktan tamamlanmış bir kitabın idraksiz taklitçisi olduğumu gördüm. Benim yaşamdan okuduğumu içimdeki  öz çoktan o kitaptan okumuştu. Bense, hadsizce, bu yankıyı kendimden biliyor, mağarada çınlayan sesime hayran oluyordum. Fakat işte duvarlara çarpıp gelen tılsımlı sesim, kaynağa, sesin çıktığı o dehşetli oluğa sürükleyip bırakmıştı beni. Kendimi önce kendi yularımdan kurtardım ve oluktan sarkıtılmış o ışıklı ipe can havliyle tutundum. Bir giz balığı gibi derinlerin daha derinine öylece bıraktım kendimi.

Onunla karşılaştığım zaman, işte bu sarsıntılı ruh halindeydim. Kadıköy'ün rıhtımı boyunca dalgın yürüyor, caddenin karşısındaki azgın kalabalığa bakmadan doğruca Moda semtine geçiyordum. Hep yaptığım gibi belediyenin atık su arıtma tesisi boyunca düşünerek Mühürdar'a sapmış, Mühürdar'dan ağlayarak park içine doğru inmiştim. Üsküdar'ın Atik Valide'si ve Selimiye'si nasıl ruhumun doruklarını seyre durduğum mahfillerimse, Mühürdar ve Moda arası da derin dalışlardan sonra satha çıkıp soluklandığım müşfik bir kıyıydı artık benim için. O gün park öyle sessiz, deniz öyle durgundu ki, yukarıda sanki penceresi ardına dek açık bir evde çalan şarkıyı işitebiliyordum: "Hikayeyi tekrar edeyim sana/ gayret gayret hatırlasana/ ilk görüştük senle biz Moda'da/ Moda Moda Moda yolunda." Denize nazır Kadıköy Lisesi'nin önünden geçip yukarıya, çay bahçesine çıkan merdivenlere yöneldim. Daha çıkarken bir tuhaflık sezinledim. O tanıdık plastik masa ve sandalyelerin hiç birisi yok. Kırmızı şemsiyeler yok. Beyaz boyalı bir uçtan bir uca camekanlı dükkan yok. Ressam Şeref Akdik'in 1945 tarihli Mühürdar Bahçesi tablosuna benzer bir manzara var yalnızca. Büyük yemyeşil bir meşe ağacı, etrafında tahtadan, kırmızı ve yeşile boyanmış masa sandalyeler...  Bir yanda karşılıklı oturmuş bir çift. Diğer yanda, sabun köpüğü kadar beyaz yüzünü denize doğru dönmüş, geniş omuzlarına gri bir şal atmış oturan Safiye Erol... Kısa saçlarının şefkatle çevrelediği yüzünü bana dönmeden sanki Mühürdar yolu boyunca karşısında oturuyormuşum gibi birden, sakin bir sesle konuşmaya başlamıştı: 

"Satha çıkabilen her muzaffer dalgıcın ilk bâkir eseri deruni bir ihtizazdır, sevgili kızım. Seni candan tebrik ederim. Titriyorsun, yaklaş şöyle yanıma." 

İhtizaz... Bu öyle bir titreyişti ki söyleyene dek farkına varmamıştım. Öteden beri içimde meçhulden esen sayısız rüzgarın her cepheden yalazladığı mavi, titrek bir alev vardı. Sahiden üşüdüğüm için değil, tutuştuğum için titriyordum. Dostu Safiye Erol'a 'Pirdaşım' diye seslenen Samiha Ayverdi'nin "hasret küçük ateşleri söndürür, büyükleri yangına çevirir" sözü çınlıyordu kulağımda.  Öyle ya, bu bir tabiat kanunuydu. Titreyen ellerimi bacaklarımın arasına gizledim. Alev almış varlığımla onun az sonra bir sırrı fısıldayacak dudaklarına canımın kulağını verdim:

"Çoktandır unuttuğumuz bir şey var sevgili kızım. Eskiler, mistik kahramanlar sırasına sanatkârı da dahil ederlerdi. Yani sanatkar da tıpkı bir mistik kahraman gibi sır denizine dalan ve tekrar satha çıkmaya muvaffak olan biriydi. Öyle derunî bir titreyişi vardı ki onunla yalnız o meçhul derinliklerde geçirdiği macerayı nakledebilirdi. Fakat yazık ki benim yazdığım devirlerde sanatkarın mistik bir seferi olmadığı iddia edildi. Sanat için hüner yeter zannedildi. Adeta laboratuvarda ilmi tetkikin her uyanık insana açık olması gibi, sanatın da herkesin at oynatabileceği bir meydan olduğunu sandılar."

Fener Burnu'nda gün alçalmaya başlamıştı. Denizde ve yüzlerimizde gezinen sedefi bir pembelikle o dakika, içimize dönmüş, suskun bir tefekkür halindeydik. Şurada, yanı başında oturduğum bu serhatli ruh, daha gencecik yaşında gittiği Almanya'dan felsefe doktorası yaparak dönmüş, dostu Ayverdi'nin tabiriyle Garp'ın mürekkebini yalamış fakat Şark'ın geleneğine bağlı kalmıştı. Belli ki daha bir öğrenciyken bu iki medeniyetin mukayesesini yapacak endazeye sahipti. Mukayeseci her dimağ, tez ve antitezden sonra mutlaka bir senteze muhtaçtır. O da dağılmanın son safhasına giren her insan gibi birdenbire sentezi öğrenmiş, yaşayabilmek için bir merkez edinmişti. 1938’de yazdığı ilk roman, bu semtte, Kadıköy'de geçiyordu. Ona “Kadıköyü'nün Romanı” demişti. Diyebilirim ki insanın hakiki sesini böyle yansız duyuran çok az roman vardır. Bu roman bir semti ve biri diğerine aşık üç genci cisimleştirirken derinde bir sentez de örmüştü. Kadıköyü'nün gözde güzeli Bedriye, semtin ele avuca sığmaz, tabiat aşığı, insandan ve bilhassa kadından kaçan delikanlısına yani Burhan'a aşık olmuştu. Necdet'se tüm kalbiyle Bedriye'ye... İsimler değişir, hikayeler aynı kalır. Burhan, baştan ayağı tabiattı, ham erkek tabiatı. Tezini içgüdüyle tesis eden, sonsuz bir arzuyu sonsuz bir irade ile bağlayan kuvvetli bir mahluk. Bedriye, derin kadınca sezişiyle saçından tırnağına dek histi. İçgüdü ve hissin izdivacından ne olursa o gelmişti başlarına. Şiddetle birleştikleri gibi şiddetle ayrılmışlardı. Necdet'in varlığı, yanıp kavrulan bir us, kalple kavgaya girişmiş bir akıldı. Üçü bir arada düşünüldüğünde tabiat, sanat ve hakikatin birer senteziydiler. Safiye Erol’un insan benliğine doğru yaptığı bu ilk derin dalış, yine insana dair neleri ele vermiyordu ki…

Yeri geldi, ikinci romanı, Ülker Fırtınası'nı sordum ona. "Kendimi en çok ele verdiğim romandı." dedi utangaç bir gülümsemeyle. Romanda Nuran, aldığı Batı terbiyesi ve kendine mahsus şahsiyetiyle erişilmez bir kadındı. Fakat kaderin cilvesi, zaman değişse bile ruhundaki pederşahi hakimiyet hırsı dinmeyen, sığlığı nerede biter derinliği nerede başlar bilinmez bir adamı, udi Sermet'i sevmişti. "Atavizm, demiştim Nuran'ın çekildiği o büyük mıknatısa. Ne kadar Batılı, sizin tabirinizle modern yahut enternasyonel olursak olalım sevmelerimizde tüm ırsi sempatilerimiz uyanır, bir Şarklı gibi sevmek ve sevilmek isteriz. Fakat her şey bir temsildir kızım. O gün öyleydi. Eminim bugün de böyle. Nuran yani Nuran gibiler temsil istemezler, aşkın da elemin de hakikisini ararız biz."

Ciğerdelen romanındaki Cangüzel, atalarının aşk destanını boş yere kayda geçirmiyordu demek... İnsan, ‘tamamlayıcı maddeyi bulmadan vücuda gelemeyen kimya terkipleri gibi’, onu kendi varlığı içinde büsbütün tamamlayacak bir köşe taşını bulmadan büsbütün eksik… Bizde, bizim anlayışımızdan üstün bir tabiat unsuru olabileceğini tam oradan nişan alınıp vurulmadıkça bilmeyiz. Ve tekrar o kutsi noktadan vurulmayalım diye şimdinin içinde geçmişin pişmiş tuğlalarını örerek ilerleriz. O pişmiş, olgunlaşmış tuğlalar elbette önceki kuşakların kahrı ve fahrıyla böyle sağlam. Tereddütün ince bir damar olup o tuğlaları çatlatması ne mümkün... Paracelsus'un bir sözünü hatırladım: "Sağlıklı bir akıl, efendisinin iradesi olmadan içine girilemeyendir." Sağlıklı bir kalp de böyledir, diye ekledi Safiye Erol.

Moda sahili, ufku silinecek kadar kararmıştı ki kabloların ucundan sarkan çıplak ampuller ansızın yandı. Omzumu verdiğim sandalye etimi neredeyse kesmiş. Üzerine dirseğimi koyduğum kitabın sayfaları kırışmış. Beni daldığım alemden uyandıran bu akşam, kim bilir kaç sabaha bedel…


Sabitfikir, Mart 2022

3 Nisan 2022 Pazar

Uçan Halıdan Manzaralar: Baltimore'lu Bir Mistik, Robbie Basho

"-Coley:  Kayıp bir kabilenin savaşçısıydı. 

-Fahey: Ama kabileden tek kişi oydu. Onun derdi buydu."

Robbie Basho hakkında John Fahey'le yapılan bir röportajdan.


Yazıya başlarken Japon şair Matsuo Bashō'ya ait bir haiku'yu hatırladım: "Tapınağın çanı durur, ama ses yankımaya (duyulmaya) devam eder çiçeklerin taç yaprakları arasında." Kutsalın sesi, bizde böyle yaşar. Sanki dünyanın yaratılışında, bütün doğumlardan önce, henüz bir bedene bir isme doğmamışken duymuşuzdur o sesi ve burada, bilincimizin  taç yaprakları arasında çınlamaya devam ediyordur hâlâ. Biz o sesi, birçok şeyle karıştırırız. Sanrılardan katı ve sabit fikirlere, tabulara; ilhamdan vizyona, şiire, notaya kadar çeşit çeşit forma sokarız. Peygamberlerin işittikleri gibi işitemeyiz o sesi. Bizdeki boğuk ve bulanıktır. Bazen cılız, bazen aklımızı alıp götürecek kadar apaçık ve bazen baharda henüz açılan taç yapraklarını huşu ile titreten bir çiçeğin sesi kadar derinlerde...

“Kozmik özlerin lezzetini duyuyorum: doğanın renklerindeki tonu; müziğe atmosferini veren ruh hallerini. Benimki hurmadan yeni bir ısırık almak. Evrenin tadına bakabilmek için."


1940 yılında, Baltimore'da doğmuş yetim bir çocuğun hikayesi bu. Evlatlık alan aile ona Daniel Robinson Jr. ismini verir fakat gerçek adını kimse bilmiyordur. Ta ki o, arayışını müzikle birleştirip ruhunun köklerine doğru yola koyulana dek. Müzisyen arkadaşı John Fahey'nin söylediğine göre 60'larda bir dağın tepesinde uzun bir gece geçirdikten ve çok miktarda peyote (halüsinasyon gördüren bir kaktüs) yedikten sonra kendini Japon şair Matsuo Bashō'nun reenkarnasyonu olduğuna inandırır. Ve "Robbie Basho" işte böyle doğar.

Müziğini 12 telli gitarla ateşler Robbie Basho. Naylon teller aşk şarkılarına uygun olabilir fakat onun çelik telli gitarı, kıvılcım düşürür henüz tutuşmamış ruhlara. Arayışıyla iç içe geçen müziğinin kendine has durakları vardır: Japon dönemi, Hindu dönemi, ve ardından biraz blues… Sonra Amerikan Kızılderili dönemi ve nihayet Pers dönemi. Peşinde bir "özgünlük hayaleti" ile yürür. Özgün olmak, nasıl kişinin kendisine karşı dürüst olmasıyla ilgiliyse, Basho'nun müziği de kendisinin gerçekten sahip olduğuna inandığı geçmiş yaşamları içermesiyle bir o kadar özgün ve otantiktir. 

Basho, Cengiz Han için savaşmış bir asker olduğu inancı da dahil olmak üzere birçok geçmiş hayatı olduğuna inanır. Yetim bir çocuk, kendine bir köken bulmak konusunda hayal gücünü sınırsızca işletebilir.  The Falconer's Arm isimli albümünde giydiği kostümleri, işlemeli ve püsküllü çizmeleriyle geçmiş yaşamlarındaki rollerini canlandırır adeta. Bu kıyafetlerde kaçışla ilgili bir şey de vardır. Geçmiş yaşamları, çağdaş kahramanları, eski efsaneleri ve mitolojik figürleri özümsemek, onu acısından ve dünyevi varoluşundan uzaklaştırır.

Berkeley'de, herhangi bir mistik amaç için uyuşturucu kullanımına karşı güçlü duruşuyla tanınmış Hintli manevi öğretmen Meher Baba'nın takipçisi, gitarist Hank Mindlin ile tanışır. Ardından Meher Baba'nın California'daki manevi okuluyla bağ kurar. Baba'yı keşfettikten sonra Basho, uyuşturucu kullanan gitar öğrencilerine ders vermeyi dahi reddeder. Çin tıbbı, şifalı bitkiler, akupunktur, masaj gibi çeşitli şifa yöntemlerini dener ve birkaç kiropraktöre gider. Ruhundaki açlık için, bedenini sıkı bir perhize tabi tutmuştur.

John Fahey de dahil olmak üzere çevresindeki çoğu arkadaşı, Basho'nun manevi arayışının biraz şov olduğunu düşündü. Onun müziğini ve şiirini aşırı coşkulu olarak nitelendirdiler. Basho, tekinsiz bir tip olarak görüldü. Yalnızdı. Bazıları onun iki Asyalı kız arkadaşıyla yaşayan bir hanımevladı olduğunu söyledi ve bazıları onun ölene dek bakire kaldığında hemfikirdi. Fakat Basho, kadınlar karşısında ürkekti. Gerçekten aşık olup bir kadınla ömür sürmeyi çok istemişti. Arkadaşı Jones'un dediğine göre Basho, "kadınlarla ilişkilerinde başarılı olmadı çünkü gerçek, onun romantikleştirilmiş versiyonuna hiçbir zaman uymamıştı." 

Basho, klasik İran şiirine deyim yerindeyse aşık olmuştu. Mecnun için bir ağıt, Leyla için bir şarkı besteleyecek kadar belki, hakiki aşkın ne olduğunu anlamıştı. Elbette o aşkı Berkeley'de bulamayacağını da...

“Yıllarca yollarda anlamsızca bu türküleri söyleyerek, vaktimi sadece duygulanarak geçirdim. Sonra düşündüm, müziğin bir şeyler söylemesi, bir şeyler yapması gerekiyor. Ve böylece onun ne kadar yükseğe ve güzele gidebileceğini görmeye başladım.”

Basho'nun sinestezisi vardı ve tüm müzik tonlarını aynı zamanda renk olarak görüyordu. Notalarını renklerle adlandırıyordu. Mor gri, klasik blues'du. Koyu mavi, acıklı blues'du onun için. Dini siyah, kasvetli gül, meşe kahvesi, perdahlı karmin, kan kırmızısı, gün batımının cesur hardalı... Onun müziğinin notalarıydı.

"Bilincin tekamülünün başlangıcından bilincin içedönüşünün sonuna kadar, bir bütün hayat boyunca bir çok ölüm sanki tek bir hayattaki birçok uyku gibidir." 

Basho'yu da tesirinde bırakan Hintli mistik Meher Baba, bu sözleriyle Basho'nun duraklarını izah eder sanki. İnsan bilinci, tekamül etmeye bir kez başladı mı o bilinç içe yani öze dönene dek sayısız ölüm gerçekleşir. Hayattayken defalarca ölürüz. Ölmeden önce ölürüz. Bütün bu ölümler biricik yaşamımızda daldığımız uykular gibidir. Onlardan tekrar tekrar uyanırız, çözülecek sayısız bilmecesiyle bizi bekleyen yepyeni yaşamlara...

Basho'nun hakiki ölümü, erken gelir. 45 yaşındadır.  "Öz" suyu, tattıkça insanı susatan bir içkidir. Onu içtikçe insan kutsaldan zehirlenebilir. Etimiz dünyalı, omurgamız yani iskeletimiz ruhanidir. Biri erir gider, diğeri toprakta bir iz gibi kalır. Dünyevi hastalıklara etimizi, ruhani hastalıklara sinir sistemimiz tepki verir. Ruh, insanın iskeletinden bir elektrik gibi süzülür. Mistikler de kalplerinden sonra iskelet sistemlerinde duyarlar ürpertiyi. Kemiklerinden iliklerine dek sızan öz suyu, zamanla onları kaskatı hale getirir. Basho, belki atlas omurunda duyduğu bu kaskatılığı biraz olsun hafifletmek için bir kiropraktöre yani bir omurga terapistine gider. Tedavisinin bir yerinde terapisti içinde renklerin ve müziğin kaynadığı o başı ansızın, kuvvetle çevirir. Çıkan sesle birlikte Basho bir anda anlamsızca sayıklamaya başlar, boynundaki damarlardan biri yırtılmıştır. Daima arayışta olan bilinci göz kamaştıran bir ışığa doğru fırlatılmış gibi oracıkta kaybolur.

Varlığı bir tohum gibi çatlamıştır Basho'nun fakat müziği hâlâ onu dinleyen ruhların taç yapraklarında usulca yankımaya devam ediyor...



26 Mart 2022 Cumartesi

Burhan "ızdırap" kelimesini kendi kendine yavaş sesle birkaç kere tekrarladı, sonra Fransızca "la souffrance" dedi, içini çekti.

- Bir zamanlar bu mevzû beni çok meşgul etti. Garp memleketlerinde tanıdığım münevver insanlar arasında bir anket yaptım. Muhtelif milletlerden şahsiyetlere şu suali sordum: Hayatınızda şiddetli bir hicrâna zebun olunca ne yaparsınız?

Alman, teknik bir cevap verdi: Hicrânı eskitirim, düşüne düşüne yıpratır, öldürürüm.

Fransız, zehire karşılık panzehir, dedi. Hicranım nisbetinde zevk ve saadet ararım. Her saniyeden lezzet ve tatlılık toplarım.

İngiliz dedi ki: Seyahate çıkarım, bir fen heyetine katılırım, mesela Tibet'e giderim.

Kabarık saçlı, ateşli bir Mısırlı: O hicrana sebep olanı gebertirim, dedi.

Hintli, tasavvufa saptı: Büyük ızdırap, büyük insanların nasibidir. Beşeri elemlerle ruh, tekrar tekrar dağlandıktan sonra Allah'ı özler, arar ve bulur.

Japon, gözlerinin daracık yırtmacından, müstehzi mi ciddi mi pek anlaşılmayan bir bakışla beni süzdü, dedi ki: İnsanın ruhu azgın ihtiraslara tepişme meydanı değildir. Ruh temiz ve serin kalmalıdır. Yüksek insan fazla bir ızdırap duyamaz. Müzmin hicranlar gayri ahlakidir, iptidai, barbar ruhların nişanesidir.

Necdet sordu:

- Bu fikirlerin hangisini doğru buldunuz?

-Nokta-i nazar meselesi... Hepsi doğru. Japon'un cevabı en ziyade hoşuma gitti.

- Ya Türk? Bir Türk'e sormadınız mı?

-Sormaya ne hacet? Kendim Türk'üm. Ben de bu ızdırap mevzunu ölçtüm, biçtim ve dedim ki: Büyük ıztırap kaderin bize gösterdiği itibarın miyârıdır.


Kadıköyü'nün Romanı - Safiye Erol

12 Şubat 2022 Cumartesi

Seni Unut: Ian Dreiblatt ile Karşılaşma

Gün, işaretlerle başlıyor. Daima... Yıkamadan önce içindeki kurumuş telve yumuşasın diye suyla doldurduğum fincanımda, dikey baktığımda Çinceye, yatay baktığımda Sanskritçeye benzeyen bir yazı (belki bir şiir) beliriyor. Düşünüyorum: Şu yeryüzünde biçimi sezmeseydik kolay kolay ad verebilir miydik şeylere?

Şiirin dilde bir gerilemeyle daha doğrusu içe çekilmeyle yazıldığı zamanlardan sonra, şiirin insanın yüzünde bir tokat gibi patlamasını arzulayan Mayakovski, bugün atom bombasından sonra insan ruhunun patlayan şeylere karşı temkinli olmakta ne kadar haklı olduğunu eminim anlayabilirdi. Biz artık sessizlikte iz sürüyoruz. İşaretler, bizi bir yere çıkarmıyor. Ama biçim bir arada tutmaya yetiyor.

Issız düzlüklerde gezinen şiir

Antik çağların ıssız düzlüklerinde, pastoral ezgilerinde, büyülü ormanlarında gezindi şiir. Savaş meydanlarında, arenalarda çarpıştı. İpeklere sarıldı, altın keselerine sokuldu. Kutsal mekanların duvarlarına asıldı, parşömenler üzerine kıvrılıp uzandı, kimi zaman bir kadın bedeninde yaşadı ve kimi zaman bir erkek bedeninde. Gücü de sınadı, güçle de sınandı. Kamış kalemlerin ucunda, divit mürekkebinde, mendil ceplerinde, makine dişlilerinde, daktilo vuruşlarında... Sonra sokakta yattı. Sprey boyaların kırmızısında ve yeşilinde. Kentin varoşlarında ve sanat galerilerinde. Psikiyatri kliniklerinde, meditasyon kamplarında, televizyon şovlarında. Artık şiir, her yerde ve bu yüzden hiçbir yerde. Belki yalnız sessizlikte, yalnızca sessizlikte işitiriz onu yeniden.

Bir karşılaşma diyor John Berger, -buluşmadan farklı olarak- doğası gereği birden ve öngörülemezdir. Bir güzellikle karşılaşma ise daima bir istisnaya tanık olmaktır, o daima oradaki her şeye rağmendir. Bu yüzden bizi kendine çeker. Burada her şeye rağmen, zamanın ruhunu öldüren her şeye rağmen hâlâ bir güzellikle karşılaşabilmek mümkün mü? Neresi burası? Modern bir metropol mü yoksa bir nekropol mü? Yoksa dünyanın her yerinden binlerce insanın sığındığı bir tavan arası mı? Şiiri nerede bulmalı? Onu kentte aramak beyhude, biliyorum. 

Derinleştiği bir masadan kalkıp yalnızlaştığı bir masaya otururken insan, hiç değilse, o masanın şöyle güneş alan bir masa olmasını tercih ediyor. Düşüncelerimiz ne kadar soğuk ve duygularımız ne kadar sıcak... Yaz mevsimini tıpkı bir his, kışıysa çetin bir fikir gibi karşılamamız belki bundan. Bir şarkının içinde yürürken New Yorklu bir şairle karşılaşıyorum. Şiirinde hiç durak yok ve elbette ölçüsüz. Yine de içinde biraz serin dağ havası almak mümkün. Bahsettiğine göre New York'ta şairler ceplerinde para yerine şiir taşıyormuş ve birbirlerini merdivenden itmek için fırsat kolluyorlarmış. Ama anlıyorum ki onun gözü şairlerden çok ermişlerde. Şiirini biraz bu çağın ermişliğinde mayalıyor. Sonra şöyle soruyor:

"Peki, etrafımızdaki şeylerle kullandığımız kelimeler arasındaki mesafeyi kırmamak için değillerse ermişler ne işe yarar?"

Ian Dreiblatt, New York'ta, Brooklyn'de yaşıyor. Şiir yazıyor ve Rusçadan çeviriler yapıyor.  Etimolojiler, diller ve deyimler arasındaki derin farklılıklar, yazma ve konuşma arasındaki gerginlik, iletişim kurmayı her şeye rağmen mümkün kılan puslu pragmatikler cezbediyor onu. İkimizi ayrı şehirlerde ve ayrı hayatlarda büyüleyen Boşnakça bir sözcük karşılaştırıyor bizi: "dunjaluče" Dünya, işte böyle konuşuyor, bizi birbirimizle konuşturarak... Dreiblatt'ın iki küçük chapbook (şiir broşürü) dışında ilk şiir kitabı "Forget Thee" (Seni Unut)'u Türkçede okumak henüz mümkün değil. Fakat ben Ian'ın şiirinin bize, Türkçenin şairaneliğinin de ona açılacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum. 

Seni Unut, ismini Mezmur 137'deki şu satırlardan alıyor: "Seni unutursam ey Yeruşalim, sağ elim hünerini unutsun / Eğer seni hatırlamıyorsam dilim damağıma yapışsın."  Babil sürgününde İsrailli bir şair tarafından verilen bir yemindir bu. Kendisini tutsak edenler tarafından Zion'un bir şarkısını söylemesi teklif edildiğinde, kaybettiği şehri onurlandıracağına ya da şarkı söyleme ve arp çalma yeteneğini kaybetmesine and içerek bu teklifi reddeder şair. Dreiblatt'ın Seni Unut'u üzerine bir inceleme yazan Leeore Schnairsohn, çağımızın bu tür yeminleri ve kefilleri artık geride bıraktığını vurguluyor. Ona göre Eski Kudüs (1967'den beri kurtarıldı veya işgal edildi) şimdi yarı Babil'dir, dar sokaklar, antikalar ve ikonların yanı sıra markasız  elektronikler ve üzerinde en sevdiğiniz beyzbol takımının İbranice harfleri yazılı atletler satan dükkanlarla doludur. Kadim düşmanlıklar, “Merhaba, nerelisin?” gibi yumuşak çağrılar arasında bütünleştirici bir küresel kültürün işaretleri altında iltihaplanmaktadır. Ve aniden bir bariyerin arkasındaki askerlerin koşuşturması göze çarpar. İyice işaretlenmiş eve dönüş yolları arasında - Via Dolorosa'yı yakalayan Almanlar, Golgotha'da diz çökmek için sıraya giren Ruslar, Ağlama Duvarı'nın önünde çember dansı yapan Amerikalılar - havada bir tür ekümenik yabancılaşma asılıdır. Şimdiki Kudüs'te plastik bir sandalyeye oturup soğuk bir kola ısmarlamanıza neden olan ruhsal bir yorgunluktan başka bir şey bulamazsınız. Kutsal yitmiş, büyü bozulmuş, aura çoktan silinmiştir.

İşte tam o anda, o plastik sandalye üzerinde biraz soluklanırken çantadan o anda çıkarılacak en doğru kitap, Ian Dreiblatt'ın ilk uzun şiir koleksiyonu, Unut Seni (Forget Thee) olabilir. Mezmur yazarının hatırlayacağına yemin ettiği şeyi unutan bir başlık altında, kitap dünyamızı - Amerika Birleşik Devletleri ve komşu kültürleri - yeni Kudüs olarak hayal ediyor: parçalanmış soy kütüklerinin, kaygan dilin ve kaynayan adaletsizliğin yeri, küresel kapitalizmin korkunç konfeti kültürü tarafından yönetiliyor ve kendi çözülüşünü tamamlamayı bekliyor. Kitap, buranın artık adını hak etmese bile hatırlanmaya değer olduğunu iddia ediyor. 

Dreiblatt'ın şiirleri mevcut kültürün işaretlerini birer harabeymiş gibi okuyarak ilerliyor. Şiirler bizi felaketin eşiğine getiriyor ve 21. yüzyılda Amerikan bünyesinin politik sarsıntılarının anlatılmaya değer bir felakete işaret ettiğini öne sürüyor. Kitabın başındaki ve sonundaki şiirler, doğrudan felaketi konu alıyor ve arada, şair hayatta kalan veya geçmişin felaketlerini aktaran şahsiyetlerle - tanrılar ve imparatorlar, öfkeli entelektüeller, tüm çağların şairleri - sohbet ediyor ve belki de şimdi bize neler olduğu hakkında biraz malumat kazandırıyor.

Freud, modern insanın hakikat algısını tepeden tırnağa allak bullak eden üç temel darbeye maruz kalmış olduğunu söylemişti. İlki artık sabit olmadığı için, dünyanın merkezinin artık kendisi olmadığını öğrenmesini sağlayan o "kozmogonik darbe". Ve peşinden gelen "biyolojik darbe": şeceresinin peygamberlere ve/ya mitolojik zamanların tanrılarına dayanmadığı, insanımsı maymunların soyundan geldiği ve de dünyanın temelinin artık aklın doğal ışığı değil, en uygun olanın hayatta kaldığı bir ayıklamayla iş gören kör bir tabiat olduğu, kafasına dank eder insanın. En sonunda da "psikolojik darbe" ile 'benliğinin artık kendi evinin efendisi olmadığı'nın, bilinçdışı ve akıldışı kuvvetlerden müteşekkil bir okyanusun üzerinde gezindiğinin ve "tarih" diye adlandırma alışkanlığında olduğu şeyin, ilkel ve birbiriyle uzlaşmaz içgüdülerin çarpıştığı fecaat sahnesinden ibaret olduğunun ayırdına varır. Günümüz insanı tüm bu darbelerin ardından, hayatta kalabilmek, kutsala dönemese, yeminini unutsa bile hiç değilse anısını yaşatmak için iki arada bir derede kalan melez bir bilinç meydana getirir Daryush Shayegan'ın deyimiyle. 


Tüm söylediklerime bir işaret olsun diye, Seni Unut'un içinde, beni Ian'la karşılaştıran o şiirden bir iz bırakıyorum buraya, acemi bir çeviriyle. 


dunjaluče

“umarım bu gece biraz serin dağ havası almışsındır

seninle kamp yapmak bir kolayı paylaşmaktan çok daha iyi

umarım eski bir shaker (hristiyan tarikatı) çiftliğinde bir derviş halkasında

yaz rahatlığı için yeni bir rekor kırıyorsundur.

otobüsle eve dönerken, ben geçici olarak yarı saydam bir hale gelene kadar,

seyahatin kutsallığı yerleşikliğin kutsallığına dönüşüyor.

peki, etrafımızdaki şeylerle kullandığımız kelimeler arasındaki mesafeyi kırmamak için değillerse ermişler ne işe yarar?

(…)

karanlığı konuşuyoruz kalbin gerisine hastanelerde, sanayiden kurtarılan çatı katlarında, şehirden kurtarılmış yıkılan evlerde haber bekliyoruz. 

her türlü binayı tanıyoruz

türkçe ‘saray’, rusya'nın uzey slavlarının alaycı bir şekilde kulübe anlamına büktüğü ve bosna'nın güney slavlarının başkentleri için ödünç aldığı bir kelimedir 

himzo polovina’nın saraybosna hakkında söylediği bir şarkı, telaffuz edemiyorum ama şöyle: dunjalucˇe golem ti si 

golem ti si muazzamsın anlamına gelir ve dunjaluk ölümlü, maddi dünya, çözülüp dağılan bir devir

arapça dünya sözcüğüne türkçe -luk eki gelir ve dunjaluce, dünyayla konuşuluyor anlamını verir 

aslında biz çok defa 

dünyanın konuşabileceğini unutuyoruz 

(…)

hey sonsuzdan farklı dünya, sanırım sana rağmen burada bir sonsuzluk buldum.”

-Ian Dreiblatt

21 Ocak 2022 Cuma

Dilin Uykusunu Kaçırmak - III

Kendi doğal yasası dışında benim arzuladığım bir yasayı dayattığım tek kelime yok ki dönüp bana ihanet etmesin. Yazarken farkına vardığım bu gerçeklik, Paul de Man’ın da bahsini ettiği gerilimden başka bir şey değil. De Man’a göre, sözcük anlamı ile metaforik anlam arasında ikircimli bir gerilim oluşur ve her yapıt, özellikle derin bir Pathos’la belirlenmişse, (buna Proust ve Rilke’yi örnek verir) içeride bir dizi ikinci dereceden anlatılar kurarak kendi yapısökümünü de içinde var etmiş olur. Yapıtı kuran dil, tercihini ister logos’tan yani sözün, Tanrısal kelamın, aklın kuruculuğundan isterse pathos’tan yani hissin, ruhun, müphemiyetin melezliğinden yana kullansın, her koşulda tahakkümü imkânsız kılan bir toleransa sahip olur. Böylece hem yazar hem de okur dili bir sismograf gibi kullanabilir ve yalnız dışarıdaki gürültüyü değil derindeki sarsıntıyı da hissedebilir.

Bunu iki şair üzerinden örnekleyelim.Yahya Kemal’in şiiri tam olarak “kurucu dil”le üretilen, logosun ölçülülüğüyle hareket eden ve Türkçeyi uykusundan ahenkle uyandıran bir şiirdir. Onunla çağdaş olan Ahmet Haşim’in şiiri ise dildeki tahakkümü “pathos”la kıran ve deyim yerindeyse melezce üretilen bir şiir dilidir. Haşim şiirinde Türkçe’yi, dilin gördüğü bir düşün içinde uyandırır. Güçlü bir tarihsellik, şeffaf bir bellek ve dilin hazırbulunuşluğu ile iki şair, aynı çağda aynı Türkçe içinde iki ayrı şiir dilini mümkün kılar. O gün, onları kendi tarzlarında istikrarlı kılan estetik, bütünü esas alıyordu. Yakın tarihin kurucu dili ise tahakkümden uzaklaşmak adına parçayı esas alan bir estetikte ilerlerdi. Dili uykusundan bu estetikle sıçrattı ama hayli istikrarsız ve akışkan bir pratiğe dönüşüp tıkandı. Bugün dilde tekrar bütüne yönelen yeni bir estetik arayıştan söz etmek mümkün. Çağın yazar ve eleştirmenleri bu arayışa dikkat kesilmeli diye düşünüyorum. Ahmet Haşim’in poetikası melez bir dilin inşası üzerine oldukça önemli tespitler içeriyordu. Onun saf şiirinin unsurları elbette melezdi. Anadili Arapçaydı ve Türkçeyi sonradan öğrenmişti. Buna rağmen şiirindeki çok dilliliği yani melezliği bir bütün olarak verebilmişti. Şiiri Türkçe yazmakla şiiri şairin lisanıyla yazmak arasında süren bu estetik tartışma esasen çok mühim. Yahya Kemal’in Alman şiirinin kurucularından Holderlin’le benzer bir konumda olduğunu söylemek mümkün. Tam burada Novalis’in bir sözünü alıntılamakta fayda var. “Gerçek bir şiiri okuduğumuzda ya da dinlediğimizde, sanki doğadaki aklın hareketini hissederiz ve doğadaki göksel cisimler gibi, aynı anda onun hem içinde hem de üzerinde süzülürüz.” (Vurgular bana ait.) Novalis’in “doğadaki akıl” olarak tanımladığı şey özünde Logos’tan başka bir şey değildir. Yahya Kemal de tıpkı kurucu bir şair olan Holderlin gibi tercihini Logos’tan yana yapmıştı. Onların şiirinde doğadaki aklın hareketini sezeriz. Nasıl Alman idealizmi dendiğinde ilk akla gelen Holderlin şiiri olmuşsa, Türk’ün estetiği dendiğinde akla ilk gelenlerden biri de Yahya Kemal şiiridir. Peki, annesi bir toplama kampında öldürülen Yahudi asıllı Paul Celan, şiirlerini Almanca mı yazmıştı yoksa kendi şiirinin lisanınca mı? Onun şiirine imkân veren dil, elbette Almancaydı ama kurucu özne tercihini (bu tercih için bilinçsiz bir bilme diyebiliriz.) Logos’tan değil Pathos’tan yana yapmıştı. Novalis’in gerçek bir şiiri tanımlarken verdiği ikinci benzetme hem Paul Celan şiiri hem de Ahmet Haşim şiiri için geçerli. Onların şiir dili, doğadaki göksel cisimler gibi, gizem dolu hem ulaşılabilir hem ulaşılamazdır, aynı anda hem o dilin içinde hem de üzerinde süzülürüz. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki, dil, kurucu öznenin öznel tercihlerine, buluşlarına, idealizmine, melezliğine hatta safsatalarına imkân tanıyacak kadar sonsuz fakat sonsuz bir tahakkümü imkansız kılacak kadar da sonludur. Dil, bütünün tahakkümünden parçaya, parçanın istikrarsızlığından tekrar bütüne uzanır.

Üzerine düşündüğüm şey "ufuk daraltıcı" olunca düşünceme musallat olan ilk şeyin "sıfatlar" olduğunu görüyorum. Sıfatlar… Dilin sınırtaşlarıdır bir bakıma. Belirlenim için hayatidirler. İsimler ise ufku genişleten bir mahiyete sahipler. Dil içinde yeni bir biçim aranıyorsa sıfatlardan değil adlardan hareket etmek, buluş sergilemek gerekir. Sıfatlar nasıl dilin sınır taşlarıysa, adlar da yapı taşlarıdır. Dilin içindeki isim varlığına dikkat kesilmeli. Dili uykusundan uyandırmak için belki ona yeniden bir isimle seslenmeli!


(Hece Öykü, Ocak 2022, Sayı 108)

4 Ocak 2022 Salı

Forget Thee: An Encounter with Ian Dreiblatt

The day begins with signs. Always... In my Turkish coffee cup, which I fill with water to soften the drying coffee grounds before washing it, an inscription (perhaps a poem) appears in Chinese when I look vertically and in Sanskrit when I look horizontally. Moreover, if we did not intuit the form on this earth, could we easily name things? 

Mayakovsky, who wanted the poem to explode like a slap in the human face, after the times when the poem was written with a regression in the language, or instead with a recession, could certainly understand how tender the human spirit is to be wary of things exploding after the atomic bomb. We are now tracking in the silence. Signs do not get us anywhere. However, the form is enough to hold it together. 

Poetry wandered in the desolate plains, pastoral melodies, and enchanted forests of ancient times. Poetry, fought on battlefields and arenas, wrapped in silk, tucked into gold pouches, hung on the walls of holy places, curled up on the parchments, sometimes it lived in a woman's body and sometimes in a man's body. At the tip of the reed pens, in ink cans, in handkerchief pockets, in machine gears, in typewriter strokes... Then it slept on the street. In the red and green of spray paints. On the outskirts of the city and in art galleries. In psychiatry clinics, in meditation camps, in television shows. Now poetry is everywhere and, therefore, nowhere. Maybe only in silence, we hear it again. 

An encounter, says John Berger, is – unlike a meeting – inherently sudden and unpredictable. An encounter with beauty is always to witness an exception. It is always despite everything there. That is why it attracts us. Is it possible to encounter beauty here despite everything, despite everything that kills the spirit of time? Where is this place? A modern metropolis or a necropolis? Or is it an attic where thousands of people from all over the world take shelter? Where to find the poem? It is futile to look for it in the city, I know. 

When a person gets up from a crowded table and sits at a table alone, at least, prefers that table to be a sun-drenched one. How cold our thoughts and how warm our feelings... Maybe that is why we welcome summer as a feeling and winter as a challenging idea. In Sarajevo, walking through a song, I come across a New Yorker poet. There are no pauses in his poetry, and of course, it is without measure. Still, he can get some cool mountain air in his poem. He mentions that poets in New York carried poetry in their pockets instead of money, and they were waiting for a chance to push each other down the stairs. However, I understand that his eyes are more on the saints than the poets. He fermenting his poetry in the sage of this age. Then he asking:


"well, what are saints for if not to break the distance between the things around us and the words we use."

Ian Dreiblatt lives in Brooklyn, New York. He writes poetry and does translations from Russian. He is attracted by etymologies, the significant differences between languages ​​and idioms, the tension between writing and speaking, the hazy pragmatics that make communication possible nonetheless. We meet through a Bosnian word that fascinates us both in separate cities and separate lives: "dunjaluce".
That is how the world talks to us, making us talk to each other...

In Turkish, it is not yet possible to read "Forget Thee," Dreiblatt's first full-length poetry book. However, I look forward to the day when Ian's poetry will open to us, and the poeticness of Turkish will open to him.

The book takes its name from the following lines from Psalm 137: "IF I FORGET THEE, Jerusalem, let my right hand forget its skill / May my tongue cleave to the roof of my mouth, if I do not remember thee." It is an oath sworn by an Israelite poet in Babylonian exile. Leeore Schnairsohn, who wrote a review on Dreiblatt's Forget Thee, emphasizes that our age appears to have outgrown such oaths and sureties. According to him, old Jerusalem (recovered, or occupied, since 1967) is now half Babylon. Its web of alleyways packed with shops selling antiques and icons alongside off-brand electronics and your-favorite-baseball-team-in-Hebrew-letters on a tank top: "Ancient enmities fester under the signs of a totalizing globalist culture, amid soft calls of "Hello, where are you from?" and the hustle of soldiers behind a sudden barrier. Among well-signed avenues of homecoming — Germans snapping the Via Dolorosa, Russians lining up to kneel at Golgotha, Americans circle-dancing before the Wailing Wall — a kind of ecumenical estrangement hangs in the air, spiritual exhaustion that makes you sit down in a plastic chair and order a Coke. The right book to pull out at that moment might be Ian Dreiblatt's first full-length collection of poetry, forget thee. Under a title that has forgotten what the psalmist swore he would remember, the book imagines our world — the United States and its adjacent cultures — as the new Jerusalem: a place of fractured genealogies, slippery language, and simmering injustice, lorded over by the dread confetti culture of global capitalism and waiting to complete its dissolution. The book claims that this place is also worth remembering, though it may no longer be worth its name."

Freud says that modern man has been subjected to three basic blows that completely shook his truth perception:
"Cosmogonic coup" makes him learn that it is no longer the center of the world because he is no longer fixed.
The "biological blow" that followed: One has to understand that his pedigree is not based on the prophets and the gods of mythological times, that he is descended from apes, and that the foundation of the world is no longer the natural light of reason but a blind nature that operates through a selection by which the fittest survive.
With the 'psychological blow,' he realizes that 'his self is no longer the master of his own home,' that he is floating on an ocean of unconscious and irrational forces, and that what he is in the habit of calling 'history' is just a scene of catastrophe where primitive and irreconcilable instincts collide. In the words of Daryush Shayegan, after all these blows, humans cannot turn to the holy in order to survive; even if he forgets his oath, at least he creates a hybrid consciousness that will keep his memory alive. It is possible to see the traces of this hybrid consciousness in Ian Dreiblatt's poetry.


Dürdane İsra Çınar, January 2022 - Istanbul