28 Mayıs 2020 Perşembe

"We have a lot of head-sentences, hoards of them, just like the telephone sentences, the chess sentences or the sentences about life in general, but we’re still missing a lot of sentence sets, we don’t have a single sentence about feelings."

- Ingeborg Bachmann, Malina

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Rahmet ve gazap. Sığınma ve sakınma bilinci. Ehl-i tarîk, değil açıkça zulmetmek, rahmetin insanda vecde sebep olup haddinden fazla taşması yani onunla taşkınlık edilmesi halinde dahi dest-i kudretten (kudret elinden) tabânce yenileceğini iyi biliyordu. Cemal dairesi, nasıl ki orayı dileyen herkese açıksa, Celal dairesi de sakınılmadan edilmiş her sözün, tavrın, eylemin ardından -iltimas geçilmeksizin- herkese açılabilir. Kendi iyiliğinden/haklılığından fazlaca emin olmakla bile insan, netice-i lütfa eremeyebilir. Erse bile geç erebilir. İsmail Hakkı Bursevi, "rahmet"in iki yüzünden söz açar Kitabü'n Netice'sinde. İnsana geçiçi olarak verilen "mühlet", suret-i rahmettir, der. Rahmetin sureti, mühlet yitirilir yitirilmez hemen arkasından gelen gazap ile kendini gösterir. Emin olduğun iyi hâl, elinden çekip alınabilir. Haklılığından eser kalmaz. Hem zaten insanda "nefs" oldukça, yani insan istemeyi, isteklerinde aşırıya gitmeyi sürdürdükçe gazaptan tam anlamıyla halâs olmaz. Hakikat-i rahmette ise âsâr-ı gazaptan asla eser olmaz, diye ekler Bursevi. Neticede insanız. Hakikat-i rahmetten yana garantimiz yok fakat ümidimiz olmalı. O ümit ki, insan ne onunla emin olup aşırıya gidebilir ne de kalkıp başkasının nefsini kurcalayabilir. Bir dua: "Allah'ım kalbime bitişecek bir iman ve ardından küfür gelmeyen bir yâkin dilerim." İstiyoruz, talep ediyoruz ama ardından inkar, aşırılık, gaflet gelmeyecek bir ilim için korku ve titremeyle yakarabiliyor muyuz? 

Bugün bu kadim bilgilerin, önceyi ve sonrayı kuşatan kutsallığın bize tesir etmemesinde en büyük engel, sanıyorum, rahmetin suretiyle meşgul olmamızdan ileri geliyor. Daima sınandığımızı ve daima sınanacağımızı unutuyoruz. Mühlet azalıyor. Müddet-i ömr'den gidiyor. Kırgınlıktan bahsediyoruz ama kalplerimiz büsbütün, kaskatı. İçlerinde ucb ve hodbînlik eseri var. Kırgınlık nedir. Kalp gerçekte nasıl incinir. Ve o incinmiş kalpler nasıl onarılır? Onun da bilgisi mevcut: "Ben, kalbi benim için kırılmış olanların (münkesiretü'l gulûb) yanındayım."

Ah, bu kadar bilip yine de belleyememek ne kötü...


14 Mayıs 2020 Perşembe




Safran ülkesinin akşam ışığı,
Kırlarda güller usulca koşar.
Söylesene sevgilim, bana o şarkıyı,
Hani şu, Hayyam söyler coşardı
Kırlarda güller usulca koşar

Ayışığıyla aydınlanmış Şiraz,
Kelebek sürüsü dönüyor yıldızların,
Şu Acemler yüreğimi üzüyor biraz.
Güzelliğini peçeleyip kadınların, kızların
Ayışığıyla aydınlanmış Şiraz

Yoksa sıcaktan mı donmuşlar,
Örtüyorlar bakır teni?
Yoksa, daha da sevgi mi ummuşlar?
İstemiyorlar yakmak yüzlerini
Örtüyorlar bakır teni?

Peçeyle dostluk etme sevgilim,
Belle öğüdümü, hiç unutma,
Bir göz açıp kapamaktır zaten dirim
Az verilmiş ermek mutluluğuna
Belle öğüdümü, hiç unutma.

En umarsız alımsızlığı da yazgıda
Kendi iç güzelliği aydınlatır.
Bu yüzden güzel yanakları da
Dünyaya yasaklamak günahtır,
Bunu veren madem ki doğa anadır.

Kırlarda güller usulca koşar,
Yüreğimde düşüdür başka ülkenin
Bir şarkı söyleyeyim sana sevgilim,
Hani, hiç söylemedi yaşarken Hayyam
Kırlarda güller usulca koşar.

- Sergey Yesenin

13 Mayıs 2020 Çarşamba

“Bir muarıza karşı, ideal bir muarıza karşı bile, siz yalnızken, yanınızda kimse yokken yöneltmek elinizden gelmeyecek bir argümanı, bir suçlamayı yöneltmekten kaçınmak.” (a.b.ç.) Paul Valéry’nin tartışma ilkesi buydu. Valéry kim? Victor Hugo ve Gerard de Nerval ile başlayan, sık sık sağcılaşan, zaman zaman solculaşan ve bazen de nefisçe tarafsızlaşıp renksizleşen 1789-sonrası Fransız şiirinin sondan bir önceki tek önemli noktası. Ama bugün şiirlerinden çok denemeleriyle, “notlarıyla” hatırlanıyordur belki, kışkırtıcı cümleler haline getirilmiş zekâsıyla (o yıllarda önem veriliyordu, 1970’lerden önce). Gençler için: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da iki en büyük ecnebi ustasından biri. Şu şeker cümle de onun: “Bazen düşünürüm, bazen de varımdır.” (Bir de şunu eklemek geliyor içimden: “Kendini bilmek kendi düzeltmek anlamına gelmez. Kendini bilmek çoğu zaman kendin için mazeretler bulmanın dolambaçlı bir yoludur.”

Ama devam edelim Deniz Mezarlığı şairinin tartışmayla, sözel kavgayla ilgili önermelerine. “Gerçekten düşünülmüş olmayan şeyleri söylemeyin,” diyor (vurgu kendisinin),“sadece kamunun önünde etki yaratan ama biz kendimiz geç saatlerde evde yalnızken bizim kendimizi utandıracak ve sefil edecek suçlamaları yöneltmeyin.” (a.b.ç.) Başka bir deyişle tribüne oynamayın, ucuz puan almayın. Ama “tribün” konusunu da açıyor Semiramis şairi: “gece geç saatlerde yalnızken, her şeyi anlamamızı ve insanlık durumunu tartmamızı engelleyen bir şey yokken ortada; kazanmamız, cezbetmemiz, tatlı sözlerle kendi tarafımıza çekmemiz gereken bir kamu yokken, savlarını çürütmek, maskesini indirmek ve yere sermek zorunda olduğumuz bir muarız yokken,” işte ancak o zaman eleştirmeye başlayın muarızınızı: “kendi kusurlarımızın göze batacak kadar belirginleştiği, zaaflarımızın da kolayca avlayabileceğimiz kişininki kadar açığa çıktığı anda”, işte ancak o anda polemiğimizin bir değeri olabilir."

- Orhan Koçak, Polemiğe Dair


Kasimir Malevich - The Shroud of Christ - 1908

12 Mayıs 2020 Salı

Uyuyacağımız yeri iyi seçeriz. Gözünü yumup bedenini teslim edeceği bir yatak, bir ev ya da yurt olmadan öznenin varlığını sürdürmesi mümkün olmaz. Konfor alanlarımızda hepimiz sıhhatte, emin ve emniyetteyiz. Fakat özne, eğer bilinci uyanıksa, uykunun geçici bir konfor olduğunu da sezer. Böylece kendini dışarıya, başkaya açılmış halde bulur. Çünkü öteki, uykuyu kaçırandır. Özneyi belirli bir koşulda (şu ya da bu durumda) değil hemen her koşulda emin ve emniyette olmaya zorlar. Sadece benzeri karşısında değil ötekinin yanında da dürüst ve güvenilir olmaya... Sonsuz bir insomniada yaşamanın kâbusuyla sonsuz bir gaflet uykusuna düşmek arasında duran özne, aynı anda hem varlıkta, yuvada, teslimiyette diretir hem de yokluğu, faniliği, yalnızlığı tecrübe eder. Dostluğu kaidelerinden, aşkı hem öznesinden hem nesnesinden eden bir aşkınlık halidir bu. Çetindir, ilahi bir kudretin yardımı olmaksızın imkansızdır. Fakat aşkı nesnesinden kurtarmanın yalnızlık gibi bir bedeli, öznesinden kurtarmanınsa hakikat gibi bir ödülü vardır.


Yaralı Geyik,  Frida Kahlo

10 Mayıs 2020 Pazar

"İnsan batarak dibe vurur. Dalarak bir meselenin temeline iner. Gemi kazazedeleri için, denizin dibi kimsenin canlı ulaşamadığı son durak olmuştur daima. Gerçi nihai bir temellendirmeydi bu, ama ironik anlamda: Temellendirerek dibe oturanlar, oradan ne çıkabiliyor, ne de yükselebiliyorlardı."

Yüzeyle yetinemeyenin derine dalma arzusu hem mütevazi hem de onu ilerletecek bir arzu olabilir. Dalmak, derinliğe doğru bir hamle olsa bile yüzeyle (görünenle, kıyıyla, sağlam zeminle) kurulan mevcut bağı koparmadan süren bir eylemdir. Kendine olduğu kadar yüzeye ve derine de "rahatlıkla" imkan tanır. Haliyle onda endişenin narsisizmine yer yoktur.

Endişe, kendilerini yüzeyde tutan halatın varlığına dikkat kesilen, böylelikle dalmak ve boğulmak arasında henüz gerçekliği olmayan bir seçime zorlanan dalgıçlar yaratır. Onların teşebbüsü genellikle suyun yüzüne çıkmak ya da kıyıya vurmakla nihayetlenir. Endişenin narsisizmi ise, derinliği keşfetmenin asıl yolunun halattan (sağlam bir zemin fikrinden) kurtulmak olduğunu düşündürür. Bu aynı zamanda bir temellendirmedir. Temelin kendisi değildir. Temel, sadece dipte olanla değil yüzeyde olanla da ilişki halindedir. Derininde tohumun (özün), köklerin ve suların yer aldığı, üzerinde ise türlü bitkinin, canlının ve yeni zeminlerin mukim olduğu toprak, temeldir. Endişenin narsisizmi, (temelsiz) temellendirmelerle yani kucaklarında sıkı sıkıya yapıştıkları çapaların ağırlığıyla (halat çoktan yüzeysel bulunup azımsanmıştır.) derinliğe "batan" dalgıçlar yaratır. Dalmak, yüzeye de hak ettiği önemi vermek demektir. Batmaksa, kimsenin canlı ulaşamadığı bir derinliğe kendinin ulaşabileceğine dair bencil bir inanç ve o inancı besleyen endişeyle meydana gelir. Dibe vuranlar çoğunlukla kendi temellendirmelerinin kurbanı olurlar.



7 Mayıs 2020 Perşembe

Kişilik, diyordu Weil, insanda tehlikede olan, üşüyen, bir sığınak ve sıcaklık arayan şeydir. Bizi tamahkar yapan da odur. Çocuğuna çok düşkün bir anne gibi şımartır insanı. İtibarın daha fazlasını, sevginin daha fazlasını, sıcaklığın daha fazlasını, beklentinin, mükafatın, konforun, ikramın hep daha fazlasını arzu eder. Kavrayabildiği, sahip olabildiği şey olmayı umut eder daima. Gerçekte ise, olduğumuzu sandığımız şeyin hep daha azıyızdır.

Kişiliğin bu denli talepkar olması onu her zaman tamahkar yapmaz. Bazen güvenliği ve dengesi için talep ettiğini görmemiz gerekir. Ne var ki, tartmayı/tartılmayı her koşulda kendimize yediremeyiz. Halbuki onu daha en başında, doğallıkla yapmamız gerekirdi. (Mümkünse kantarı en çok kendi altımıza çekerek.) Kaide açık: "Teraziyi doğru tutun, adaletle tartın ve eksik tartmayın."



"Aramızda lafı mı olur" iyimserliği kişiliğin klişelerindendir. Tehlikedeysek, üşüyorsak, sığınağımız yoksa, hemen her şeyin lafını edebiliriz. Elbette olgunluk, sözün tazyikine ne denli hakim olduğumuzda kendini gösterir. Ve çoğu kez sorumluluk eşittir. Bir şeyler ölçüsüzce sarf edilmiştir ve birinin ayakları yorganın dışında kalmışsa bunun sorumlusu her zaman kişinin kendisi ya da talihin rüzgarı olmayabilir. Komşuluk hukukundan öğreneceğimiz basit bir ders var: "İkramla sunulan bir tabak asla boş gönderilmez." Kendiliğinden ölçülülük, doğallık ve denge içeren bir tavrı bugün ders olarak hatırlamamızın sebebi kişiliklerimizin haddinden fazla serpilmiş olması. Antik Çağ'da kişiye borçlu olunan saygı diye bir mefhum olmadığını söyleyenler haklılar, der Weil. İnsanın kafası böyle bulanık bir kavramı düşünmeyecek kadar berrak çalışıyordur eskiden.

Kişiliğin, beklentiyle de olsa, sıcak bir şekilde toplumsal itibar tarafından sarmalandığı insanlara dönüştük. Bu itibarı arzulamak ya da reddetmek bile kişiliğimizin serpilip büyüyeceği ciddi bir alan yaratıyor bize. Bilim, sanat, felsefe, politika vs. kişiliklerin ihtirasla serpileceği bereketli topraklara dönüşüyor. Fakat Weil şöyle ekliyor: "Bunların çok üstünde bir alan vardır ve oradaki şeyler esas itibariyle anonimdir." Hakiki bir eser (eylem, tavır, yaratım) tabiatı itibariyle anonimdir. Haliyle insan, eseriyle mi yoksa ismiyle (kişiliğiyle) mi hatırlanacağı konusunda bir seçim yapmak zorunda kalır. İşimizi kolaylaştıracak şeyse bir çağrıdır. Levinas ona "varlığın anonim hışırtısı" diyordu. Kişiliğin arzu ve beklentilerini dengeye getiren, ona istikamet veren yalnızca ve yalnızca anonim olanın çağrısıdır.


4 Mayıs 2020 Pazartesi

Gülünç olanı iyi tanırız, çünkü az sonra içine düşeceğimiz su dolu çukurdur o. Kendi aksayan ayağımız, beylik laflarımız, sürçen dilimiz, ucuzluğumuz kısaca kendi klişemizdir. Henüz başımıza gelmemiş ama günün birinde mutlaka gelecek olandır. Kundera, Çekçeden ödünç aldığı Litost kavramı ile daha karanlık bir zeminden bakar gülünç olana. Litost, insanın yetişkinliğe adım attıkça üstesinden gelmeyi öğreneceği, gençliğe has ezikliği ve aşağılık duyguları karşılar. Bu sahiden yetişerek yani olgunlukla aşılacak bir gülünç olma halidir. Olgunluk çağında hakiki mizaha, gençlikte ise tecrübe eksikliğinin getirdiği azımsamanın bumerang misali özneyi vuran trajikomiğine güleriz.