16 Aralık 2021 Perşembe

Uçan Halıdan Manzaralar: Hamlet Gonashvili, Tbilisi ve bir dağın iç çekişi.

Kafkasya...

Dağların insanlara, insanların dağlara benzereyerek yaşadığı o puslu coğrafya. Asırlar evvel büyük büyük dedelerimin sürülerek arkalarında bıraktıkları çok hazin, çok parçalı harita. Bir sesle yeniden, tüm ölülerimizin hafızası dirildi. Bir sesle hep zirvesinde yakardığım o dağ sanki içini çekti. Bir taş koptu ve taşın yüreğindeki uğultu kesildi. Hamlet Gonaşvili, Tiflis'e yakın bir köyde 1928'in bir Haziran gününde dünyaya geldi.

Sesini yüzünden yüzünü coşkuyla karışık bir hüzünden ayırmak mümkün değil Hamlet'in. Tabiat kimi insanın çehresinde böyle görkemle yaşıyor işte. Sonra hikayesine katıyor onu. Evet, o, sadece kılıçla savaşmayı tercih etmeyen uzak atalarının vasiyeti bildiği, kutsallığını yüzyılların derinliklerinden gelen bir sır gibi büyük titizlikle koruduğu türkü hazinesine sadakatle hizmet etmiş bir ozan.

Ustalıkla renklendirdiği, zenginleştirip süslediği eşsiz sesi, şâirane ve sırlı titreyişlerle dolu. İlhamla söylenen şarkılarının, ezgilerinin her biri, dinleyen üzerinde büyük bir tesir bırakıyor. Bir Gürcü bu sesle kahramanca ürperiyor, bir başkası kederle, bir öteki görkemle...

Dostlarının anlattığına göre şarkı söylemediği zamanlarda sadece nefes çalışır, bir sesi tek ya da yarım soluğa sığdırmaya uğraşırmış. Göğsüne bulutları, meltemi ve fırtınayı göğün tüm kaprisini sığdırabilmek için sanki... 

Evlendiğinde Hamlet 44 eşi 39 yaşındadır. İkisi de gerçek aşkı aramış ve uzun süren o arayışın sonunda bulmuşlardır birbirlerini. Bir yaş günü partisinde bahçeye kurulan uzun tahta masanın üzerinde asılı ampuller havanın kararmasıyla bir anda yanınca ikisinin de gözleri kamaşmış. Fakat Hamlet uzatıp eliyle perdelemiş bir lambayı ve gelecekte eşi olacak kadının gözlerinin içine bakarken, ışık seni rahatsız etmiyor ya? diye sormuş. Kadın, ışığı perdeleyen bir avcun gerisinden Hamlet'in bakışlarıyla buluşmuş. Sevginin ilk kıvılcımı bir lambanın gölgesinde düşmüş içlerine.

Ağaçlara ve yapraklara hayrandır Hamlet. Bir koroyla beraber yurt dışı turnelerine gittikleri vakit nerede güzel yemişli bir ağaç görse, çakısıyla ince bir dal koparır ucunu ıslak bir peçeteyle sarıp sarmalar, memleketine getirir. Benim yurdumun dağlarında niçin yetişmesin bu ağaçlar, diye düşünür. Doğduğu köyde, evlerinin bahçesine diktiği dut ağacı öyle çok büyür ki komşu kendi camını gölgeleyen bu dut ağacından nefret etmeye başlar. Söylenir durur, gün gün. Hamlet, bir turne dönüşü doğrudan köyüne gider ve annesinden işitir komşunun şikayetini. Uzayan dalları budamak için tırmanır kendi elleriyle diktiği ağacın dalına. Fakat ölüm bu ya, olgun bir meyve gibi silkeler onu daldan. Düşer ve ölür oracıkta, henüz 57 yaşında.


"Madem böyle körpe idin

neden seni fark etmedim, ey menekşe?

çünkü sevgi için

yüreğimi açmamıştım henüz

şimdi başka bir bahçıvan buldum,

şefkatle beni uyandırdı,

tatlı dille bana fısıldadı,

beni kucağında salladı."






12 Aralık 2021 Pazar

Uçan Halıdan Manzaralar: Kandiye, Girit Liri ve Adalar Denizi'nde yüzen bir incecik yelkenli

Kurtuba'dan gelen Araplar yerleşirler Girit Adası'na. Büyük bir şehir imar ederler ve Hendek derler adına. Zamanla o isim Kandiye (Candia) olarak anılmaya başlar.

Kazancakis'in doğduğu şehirdir Kandiye. Zorba'ya ruhunu belli ki bu şehir verir. Köylerinde, düğün çalgıcıları Girit liri çalıp halk şarkıları söylerler ve içlerinden yalnızca biri, uzun boylu yağız bir delikanlı, Haralambos'tur. Haziran doğumlu olmanın hüznü bakışlarında, Kandiye sahillerinin bütün o alev almış gün batımları ruhundadır. Adalar Denizi'nde salınan bir incecik yelkenlidir ve Girit'te yetişen Asfadamos'tan yani bir çınar ağacından oyulmuştur kucağındaki lir.

Ne zaman rüzgarı eksilse içimin, onu dinlerim. Öyle hem durgun hem coşkun ilerlemenin bir yolu olduğunu hatırlatır bana.

Ve eminim bir gün karşılaşacağım onunla, Kandiye limanında.




29 Kasım 2021 Pazartesi

Zambak / Müslümanlar

Bosna'daki birçok Müslüman çocuğuna partizan kompleksi denebilecek şeyden ötürü Ortodoks isimleri verdiler. Bu zavallı çocuklar, ebeveynlerinin doğal olmayan evliliklerinde, onları titizlikle asimile etmeye çalışan bir devletle yaptıkları gönülsüz iş birliğine doğdular. Bu durumda, savaş başladığında bazı Müslüman sanatçıların askeri konvoylarla Belgrad'a kaçmalarına şaşmamak gerek. Çetnikleri Saraybosna'ya getirenler de aynı konvoylardı. Drina'dan Müslümanların sınır dışı edilmesi emrinin verildiği Belgrad'a gittiler. Pek çok örnek bu aşağılık duygusunu doğrular. Örneğin; Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin amblemi bir çiçektir. Öyle stilize edilmiştir ki Saraybosna'da bahçelerde yetiştirilen bir çiçekten daha çok bir haça benzer. Çiçeğin doğuda kullanılan adının benimsenmiş olması uyum sergileme çabasından çok Yugoslavya olmanın gururunun göstergesidir. Bosnalı Müslümanların Yugoslavya'nın ne anlama geldiğini kavramaları için bir soykırım yaşaması gerekiyormuş. Bu yalnızca dilbilimsel bir ihmal meselesi değildir. On yaşında bir çocuk Müslüman olup olmadığını sorduğu ve olumlu cevap aldığında "Sürgün edilmek istemiyorum," diyor, işte o zaman bu insanlara korkunç bir şey olduğunu biliyorsunuz. Dilimiz kaderimizi mühürlemiştir. Soruyu soran çocuk - sığınakta- kurşun kalemini şarapnel parçasıyla açarak resmini çizmeye devam eder. Çizgi roman kahramanına Terry Manes ismini vermiş. Evrensel insanlığı ve kültürü dile getiren çizgi roman dünyası, bu anın gerçeklerinden ne kadar da uzak. Bu çocuğun gerçek dünyası, 10 yıl geç farkına vardığı bir dünya; sınırları onun adında başlar ve biter. Bu insanların başına gelen en korkunç şey bellek kaybı. Sürgüne gönderilmekten daha kötü olan tek şey ise sürülmüş olduğunu unutmak.


Semezdin Mehmedinoviç, Saraybosna Blues Syf. 54

26 Kasım 2021 Cuma

"Yeniden Doğuş Üzerine"


"Dönüşümü kendinde değil de, bir grup içinde yaşamak çok farklı bir şeydir. 

...

"Çok sayıda insanın bir araya gelmesiyle ve ortak bir ruh halinde birleşmesiyle oluşan ortak ruhun, tek tek bireylerin altında olduğu gerçektir. Eğer grup çok büyükse, ortak ruh bir tür hayvan ruhu gibidir. Büyük örgütlerin ahlakının daima şüpheli olmasının nedeni bu olsa gerek.

...

Ortak deneyim denen şey, bir grup içinde yaşandığında, bu deneyim nispeten düşük bir bilinç düzeyinde gerçekleşir, grup içindeki deneyim bireysel deneyime göre çok daha sık gerçekleşmesinin nedeni budur. Zaten ulaşılması da çok kolaydır çünkü birçok kişinin birlikteliğinden büyük bir telkin gücü doğar. Kalabalık içindeki birey telkine açıklığının kurbanı olur. Herhangi bir şeyin olması, örneğin bir öneride bulunulması, bu öneri ne kadar ahlakdışı olursa olsun, bireyin de buna katılması için yeterlidir. Kitle içinde insan bir sorumluluk duymadığı gibi korku da duymaz.

Dolayısıyla, grupla özdeşleşme basit, kolay bir yoldur ama insanın zaten bulunduğu durumdan daha derinlere inmez. İnsanda bir şeyleri değiştirir ama değişim kalıcı değildir, aksine: deneyimi sürekli kılmak ve ona inanabilmek için kitlenin verdiği sarhoşluğun tekrar tekrar yaşanması gerekir. Zira insan artık kitle içinde yer almadığında, önceki halini yeniden üretemeyen bambaşka bir insandır. "

...

Topluluk insana, yalnızken kolayca yitirebileceği bir cesaret, metanet ve asalet verebilir. İçinde, insanlar arasında bir insan olduğu anısını canlandırabilir. Fakat bu ona, bir birey olarak sahip olamayacağı özellikler atfedilmesini engellemez. Hak etmediği bu armağanlar insana başta büyük bir lütuf gibi gelse de uzun vadede bunların bir kayba dönüşmesi tehlikesi vardır, çünkü insan doğasında armağanları doğal saymak gibi bir zaaf vardır; sıkıntı anında bizzat çaba göstermek yerine, bunlar üzerinde hak iddia eder."

24 Kasım 2021 Çarşamba

Ortaçağ Avrupası'nda bir filozof ve bir keşiş.

Çağındaki çoğunluktan farklı düşünebilen Scotus Erigena ve transubstantia öğretisini (şarabın ve kutsal mayasız ekmeğin Mesih'in gerçek kanına ve bedenine dönüştüğü görüşünü) ilk kez ortaya atan Başkeşiş Paschasius Radbertus. 

Jung, bu iki ismi, iki ayrı tip olarak karşı karşıya getirir. Scotus, Jung'un ifadesiyle, düşünme biçimi ve önceliklerinden dolayı çağının ruhuyla ve etrafındaki dünyanın arzularıyla uyumlu değildir. Akılcı olduğu ve mantıklı düşünebildiği için başarılı olamaz. Onun yerine başarı, kesinlikle düşünemeyen, simgesel ve anlamlı olanı bayağılaştırıp tenselleştiren, dinsel tecrübeleri somutlaştırmak için her şeye sahip çağının ruhuna apaçık uyum sağlayan Başkeşiş Radbertus'un payına düşer. Bu karşılaşmanın bir mukayeseye dönüşmemesi için gayet hassas davranır Jung. Entelektüel açıdan, Radbertus'un başarılarıyla ilgili tek taraflı, küçümseyici bir yargıya düşmek istemez. Scotus'a saygı duyarken Radbertus'u hor görmek doğru değildir ona göre. Bildiklerimiz doğrultusunda Scotus'un akılcı, Radbertus'un ise programlı olduğunu söyleyebiliriz yalnızca. 

Fakat şimdi bile akılcı, kendi çağını aşan, hür düşünmeye cüret eden kimseler yerine; düşünemeyen ancak dışadönük ve sistemli olanların başarılı addedilmesine sanıyorum içerlemeyen yoktur.

Bugün Scotus gibilerin ve Doğu'daki benzerlerinin manastırdaki yoldaşları ya da otoritenin kendisi tarafından katledilmiyor oluşu bir teselli. Onun yerine yalnızlaşmak, dışlanmak, daha kötüsü çağın ruhunun akla her an nasıl galip geldiğini köşelerinden seyretmekle uzun bir ölüme terkediliyor gibiler. Bu uzun ölüme dayanabilmek için de bir şeyleri kurban etmeleri gerekiyor.

Geçmişte olduğu gibi en başta aklı kurban ediyor kimisi. (Sacrifium İntellectus) Metafizikle buluşturulan akıl uzun ölüme bir nebze dayanıklı hale getiriliyor. Ölüm sancısı çeken bir akıl zaten tıkanmış bir akıldır. 

Kurban ettikleri bir başka şey ise "nesnel bakış." Artık yalnız bırakıldıklarına göre yanlı olabilirler. Yan çıkacak başka kimse olmadığı için kayırabilirler kendilerini. Uzun ölüme dayanabilmenin bir başka yoludur bu.

Ve elbette egonun iliklerine biraz can verebilmek adına, kendinden yana oluşun ileri bir raddesi olarak kibre kapılmak. Radbertus gibilerin iddiaları hayatı kolaylaştırıp insanın arzu ettiği şeyleri somutlaştırabilir ama hakikat Scotus gibilerden yanadır. Bu az şey midir?! 

Düşünürünü vaktinde bir ölümle (buna egonun ölümü de diyebiliriz) geride bırakarak ya da yalnız çağınının ruhunu dirilterek hayatiyet kazanabilecek olan çoğu fikir, bu uzun ölüm esnasında safsataya dönüşüyor.

Fatma Aliye, Hâlide Edip ve Sâmiha Ayverdi ile Bir Buluşma I - II


Rüzgârlı bir ikindi, Valide-i Atik Camii'nin serin avlusundayım. İkinci Sultan Selim'in zevcesi ve Üçüncü Sultan Murad'ın annesi Nurbanu Sultan adına imar edilmiş bu müreffeh yapı, dârüşşifâsı, imâreti, mektebi, muvakkithânesi, medresesi, çifte hamamı ile Üsküdar'a ve Üsküdarlılara bırakılmış en güzel yadigarlardan. Bugün, eskidikçe çirkinleşen asrî binalar arasında bir senatoryum vazifesi görüyor. Avlusunda bölükler halinde dağılmış camii cemaati haricinde takkeli şalvarlı çocuklar yine kısa pantolon ve tişörtlü çocuklarla oyun kurmuş top oynuyorlar. Çay ocağını işletenler, masa tenisi oynayanlar, birlikte karşılıklı oturmuş sigaralarını tüttüren yaşlı bir adam ve yaşlı bir kadın, kalınca bir kitabın sayfalarını ihtimamla okuyup çeviren bir başka adam da dalgın halleriyle dikkatimi çekiyor. Ruhlarını ebedi bir mekânın avlusuna sermiş gibi uyuklayan kediler mesut... Çardaklardan birine geçip oturuyorum. Şadırvanın yanında dallarından ziyade gövdesi heybetlenmiş ihtiyar bir çınar, tam köşede upuzun bir servi, biri genç biri yaşlı iki ıhlamur ağacı ve mevsimi geçmiş olduğundan yalnız yeşil fidanlar olarak salınan güller... Burayı en çok bu başka başka musikileri olan ama aynı rüzgarla yek-avaz salınan ağaçlar yüzünden seviyorum.  

İşte oradalar! İri gövdesi güneşte devasa bir petek gibi ışıldayan palmiyenin yaprakları altında üç kadın oturuyor: Fatma Aliye, Halide Edip ve Sâmiha Ayverdi. Uzaktan güçlükle işitebildiğim sesleri, vecd halinde kovanlarına girip çıkan bal arılarının vızıltılarını andırıyor. Yanlarına gitmeden evvel bir müddet seyrediyorum onları. Ne etrafta onları sezen bir baş var, ne de onlarda etrafla alakadar olan bir telaş var. İki ayrı zaman, aynı camiinin avlusunda biteviye akıyor... 

İnce ve sıkıca kenetlenmiş dudaklar, kısık ve derin bakışlar Fatma Aliye'nin mizacına dair çok şey söylüyor. Reformist, doğrucu, geleneksel ama gelenekçi değil, kendine has bir muhtariyet arzusu taşıyan bakışlar. Kadınlığı; hırsın, aczin, rekabetin, tutkuların cenderesinden çekip soluk alınabilecek bir ideale yaklaştırmak önemliydi onun kanaatinde. Kalbî, hissî, ailevî ve an'anevî duraklarda haddinden fazla oyalanıp aklın terazisine geç kalmış kadınların hayatlarıyla ilgilenmişti hep. İlkeliydi ve romantizmin tatlı bir ölüm uykusu olduğundan haberdardı. Muhadarat romanıyla bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmek; Udi romanıyla, aldatılan bir kadının bu yıkımdan sonra hayata nasıl ve ne ile tutunabileceğini anlatmak istemişti. Levayih-i Hayat romanında ise iki kadının mektupları üzerinden evliliğin bir geçinme kontratı mı yoksa bir mutluluk sözleşmesi mi olduğunu uzun uzadıya tartışmıştı. Çok genç bir yaşta, bir kadından beklenmeyecek alakalarını gidermesi, bir nevi "erkek kafasını" yatıştırması maksadıyla evlendirilmişti. O ise gizlice romanlar okumaya devam etmiş, ısrar ve dirayetiyle evliliğini bile politik olarak dönüştürmüştü. İdealizmi yüzünden biraz sert ve kuralcı addedilmişti zamanında. Hayranı, seveni çoktu. Fakat kendine has otoritesini sevimsiz bulanlar arasında öz kızı da vardı. İdeal kadın ile koşulların yarattığı kadın arasında onu en çok zorlayan da kuşkusuz bu gerçeklik olmuştur. Fakat o, devrinin gereği içine doğduğu ideali iyi tanıyor hem normların hem Nisvan-ı İslam'ın hem de Garplı kadınların karşısına sarsılmaz bir özgüvenle çıkıyordu. 

Ve Halide Edip... Şairane başlayan bakışları kat'i ve müdahaleci bir burunla keskinleşiyor; bir mızrak ucu gibi sivrilerek nispeten hacimli dudaklarını işaret ediyor. Sinekli Bakkal romanında Rabia'yla Peregrini'nin aşklarını mümkün kılan çehre, bu çehreydi. Sultanahmet Mitingi'nde, umuma seslenen çehre de yine bu çehreydi. Zola'nın ruhuna ithaf ettiği Mev'ud Hüküm romanında kocasının kaçamakları yüzünden Frengi hastası olmuş Sara ile Dr. Kasım arasında dünyevi hazlardan uzak saf sevgiyi yeşerten çehre de işte yine bu çehreydi. Onun idealizmi Aliye'ninkinden bir yönüyle farklıydı. Kadın; bir estet ve bir hatip olmak arasında kendince bir kimlik var edebilir, romantizmin ölüm uykusunu, ölüme en çok yaklaşılan bir zamanda, tıpkı Ateşten Gömlek romanında olduğu gibi acıları dindiren bir morfin halinde kalplerin kuruyan damarlarına zerk edebilirdi. Ona göre insanı yaşatacak olan ne tıp ne de makineydi. İnsan doyurulmuş duygularıyla, tatmin olmuş bir kalple yaşayabilirdi ancak. Ve asıl büyük elem maksatsız olmaktan ileri gelirdi. Halide'nin devri de çileli bir devirdi. 1874 yılında İstanbul'a gelen İtalyan gazeteci-yazar Edmondo de Amicis'in tarifiyle, her gün eski bir Türk ölmekte ve Tanzimatçı bir Türk doğmaktaydı. Gazete tespihin, sigara çubuğun, şarap iyi suyun, yaylı araba arabanın, piyano davulun, Fransız grameri Arap sarf ve nahvinin, kargir ev ahşap evin yerini alıyor, her sene binlerce kaftan kaybolurken binlerce İstanbulin ortaya çıkıyordu. Fatma Aliye'nin romanlarında anlattığı işret meclislerinde hanelerinin saadetini altın bilezik bozdurur gibi bozdurup harcayan erkekler, artık gayri meşru ilişkileri yüzünden daha ağır bedeller ödüyor, frengiyle boğuşurken hem kendi hayatlarını hem de kadınların hayatlarını hiç edebiliyorlardı. Halide Edip, her felaketin bizzat şahidi olarak yazıyor, ilk evliliğinden Ayet ve Hikmet isimli iki oğul, kanında bataklıkta biriken durgun sular gibi bir zehir ve romanlarında dirilecek onca cesetle ayrılıyordu. Ve elbette gerçeğin zehrini bildiği tek panzehirle, edebiyatla sağaltıyordu. 

Aklın ölçüsünü geri getiren, kalbin takatini dirilten bu iki kadından başka içlerinden en genç olanı, Sâmiha Ayverdi ise daha derinde bir öze, ruhun kendisine müptelaydı. Onun bildirilemez ilmine, insanı bir meczup gibi çevresinde döndüren cazibesine, sureti tahrik eden o mânâ'ya tutkundu. İnsanın doyulmaz tezatlarla dolu varlığının maksadına daha gencecik yaşında meyletmiş, olgun ve oldurucu bir başka ruhun dostluğuna susamıştı. Batmayan Gün, baştan sona bu genç kadının istidadının aşkla buluşmasının romanıydı. Herkes gibi o da kendi istidadına uygun olan şeye gönül kaptırmış ve aşkı vasıtasıyla onu nihayetinde kendine çekmişti. Gayesine yürüyen insanın elinde mânânın sönmeyen ışığı da olmalıydı ona göre. Dağılan imparatorluğun ardından Avrupa karasevdasına tutulmuş Türk münevverlerinden farklı olarak Batı'nın salt maddeci tefekkürünü ve kararmış manevi ufkunu iyi tahlil etmiş, yine Fatma Aliye ve Halide Edip gibi o da felsefe ve kıyasın ruha bulaştırdığı anarşiyi, nihayet mutlak bir sükûna kalbedebilmişti. 

İşte yanlarındayım. Sohbetlerine katılmak için şevkle, heyecanla oracıktaydım. Başlarını aynı anda çevirip tebessümle baktılar bana. Zamanın gerisinden bir dost, bir anne, bir kız kardeş gibi, bir ehl-i dil olarak baktılar gözlerimin içine. Avludaki ağaçlar, hep birden rüzgarın cilvesiyle Segâh makamına geçtiler. Işıklar kırıldı, insanlar bir bir evlerine çekildi. Güneş, Üsküdar'ın üstünden kaydı, kaydı ve İstanbul'un başına yâkutlu bir taç koydu. Sanki şehrin ufuklarına inen, sis değil de bir sır perdesi...

II.

"Benim neşretmeye muvaffak olamadıklarımı belki bir gün sen neşredebilirsin." böyle demişti sevgili babacığım, Ahmet Cevdet Paşa. Bir ramazan akşamı Ahmet Mithat Efendiyle Beyazıt Camii'nde rastlaşırlar. Konu elbette bir yere bana gelir. Kızının sınırlı eğitimine rağmen zihnini yüksek ve zor konular üzerine işletmesinden ürktüğünü, erkek olsaydı büyük bir dahi olabileceğini anlatır uzun uzun. Ah babacığım... Bunları o z amanlar işitmek sessiz bir kırgınlık yaratırdı içimde. Halbuki şimdi... Kız çocukları babalarının sohbet meclislerine daha küçük yaşlarda kulak kesildiklerinde meseleleri başka bir cepheden kaydederler sanki. Kadın yaradılışıyla birlikte bilmeye giden aşınmış yolların ortasında bir tuhaf gerilim, kuvvetli bir iştiyak ve tereddüt. Kendinden emin olmak mı gerekir yoksa yalnızca emin olmak mı? Susmalı mı yoksa söylemeli mi? Kadın meclislerinde nazla ve niyazla oyunlar oynamak, türlü söylenceler dinlemek; erkek meclislerinde gerilip kırışan alınları, öfkeyle ya da teessüfle inip kalkan göğüsleri, birbirine doğrultulan parmakları izlemek... Her kız çocuğunun değil ama kimilerinin yazgısında bu iki dünyanın halatlarını birbirine düğümlemek tutkusu kaçınılmaz olur. İki dünyada da gerçekleşmesine imkan tanınmamış ne varsa onun peşine düşülür artık. Kadınca yaşamanın nesi zorsa o zorluğu aşmak, erkekçe duyuşun neresi yaralıysa orayı sarmak... Bu yolda en büyük yüreklendirme de "belki bir gün sen neşredersin" ya da "belki sen daha iyi idrak edersin" diyen babalardan gelir. Onlar, günü gelince meraklı ve hevesli kızlarının yalnızca kendi hayallerinin bahçelerinde yetiştirdikleri "arzu-yı terakki bostanının çiçekleri" olmadıklarını seve seve kabul edenlerdir, öyle değil mi kız kardeşlerim?"

Fatma Aliye'nin herhangi bir mimikle kolay kolay kırışmayan sabit siması, babasından konuşurken küçücük bir kız çocuğuna dönüşmüştü sanki. Aradan yüz yıl geçse, zaman ve mekan değişse bile insan çocukluk hislerine döner dönmez çocuklaşıyor, yeniden kırılgan ve yeniden acıyan bir ruha bürünüyor demek. Dikkat kesilen Samiha Ayverdi, bu baba ve kız meselesini biraz açmak ister gibiydi:

"Batmayan Gün romanımı yazarken anlamamıştım fakat şimdi söylediklerinizi yazdıklarım üzerinde etüt ediyorum da, o romanımda bir kız çocuğunun iki türlü babanın irfanına muhtaç olduğunu sezmişim ben de. Romanımın karakteri, sizinle aynı ismi taşıyor. Babasının koşulsuz sevgisini doyasıya almış bir kız çocuğu olsa bile, kalbi kadar aklını da doyuracak manevi bir babaya muhtaçtı Aliye. Bu konuda şanslı sayılırdı çünkü büyük babası İrfan Paşa, yaşamı boyunca tuttuğu notlar, yaptığı tablolarla onu ihtiyaç duyduğu alemşümul akla yaklaştırıyordu."

Biliyor musunuz Sevgili Sâmihacığım, babam kendi aklını ve de bahsettiğiniz o âlemşumul aklı oğulcuğuna nakletmek için bir mantık kitabı yazacak kadar hevesliydi. Evde zaten kendisi için kurulan laboratuvarda kimya ve fizik dersleri alırdı ağabeyim Ali Sedat. Babamız bunu kafi görmiyerek mantık öğrenmesi gerektiğine de kanaat getirmiş ve hususi onun adına Miyâr-ı Sedâd başlığıyla bir mantık risalesi bile hazırlamıştı. Ağabeyim de babamızı mahcup etmemiş, takip eden yıllarda Mantık hususunda çok faydalı bir çalışma hazırlamıştı. Peki o sırada ben ne yapıyordum, kimi zaman gizli kimi zaman apaçık benzeri bir nazarı üzerime çekmek, susamış dimağımı aynı damardan beslenmek için yanıp tutuşuyordum. Onların kitaplarını okuyor ve erişebildiğim her kaynaktan istidadım kadarını kotarmaya uğraşıyordum. Kadının o zamanda hâmisiz bir yol yürümesi mümkün miydi? İşte Ahmet Mithat, böyle bir yolda ilk kavalyemdi benim. Babacığımın aklı ve Ahmet Mithat'ın tarzı, en başta kılavuz olmuşlardı bana. Fakat yaşım ilerledikçe, koruyucumun, eşimin ve dahi pederimin karşısında irademi ispat etmeye mecbur olduğumu görmüştüm. Roman yazmak her şeyden önce bu sebeple benim için iradi bir tavırdı. 

Bilmem Udi isimli romanımı okumuş musunuz? Pederi Nazmi'nin musikişinas olarak hayal ettiği ve o niyetle yetiştirdiği Bedia, yazık ki evliliğinden yana bedbahttı. Bir cemiyette görüp hayran kaldığı ve akabinde öğrendiği Ud ile babasından aldığı musiki zevki onun bu bedbaht evliliği için bir berat, bir kurtuluş biletiydi. Romanlarımı yazarken esasen bir hikayeden çok etkilenmiştim. Emevi asıllı edip bir cariyenin hikayesiydi bu. Zelfa nam bu güzel cariyeyi şu beyit ne güzel anlatır: "Zelfa bir yakut tanesidir ki, köylü kesesinden çıkmıştır." Köylü kesesinden çıkmış fakat kabiliyeti ve güzelliğiyle kralların dairelerine dek girebilmiş. Buna rağmen ilk efendisini ve ona duyduğu aşkı unutamamış, sonraki efendileriyle daima bedbaht bir yuvayı paylaşmıştı. Bir kadının ilk aşkını unutması nasıl mümkün olur diye düşünürken işte Muhadarat'ı yazmış bulundum. Udi namlı romanımdaki Bedia'ya esin veren bir kadın da yok değildi. Abbasi döneminin en önemli tamburilerinden Ubeyde el-Tanburiye şahsı ve sanatıyla beni tesirinde bırakan bir başka kadındı. Tanburunun üzerinde şöyle yazdığı rivayet edilirdi: "Muhabbette hıyanetten başka her şey çekilir." İşte bu beyti, romanda zevcinin ihanet oklarıyla sinesi paramparça olan Bedia'nın udu üzerinde nakşetmiştim. Kadınlık, sessiz cidalleriyle bitmez bir kaynaktı benim için. Kadınlığımızın birçok sebeple erişemediği o cihanşümul akıl... Nasıl olur da ona erişebiliriz diye yürekten tasalıydım."

Hava gittikçe soğuyor, Atik Valide'nin avlusunda çınlayan karga sesleri yaklaşan akşamı canhıraş haber veriyordu. Samiha Ayverdi tefekkürle dinliyordu Fatma Aliye'yi. Hâlide Edip'se bakışlarını bazen tebessümle bana çeviriyor bazen de kararan ufka daldırıyordu. Onun sohbete nasıl katılacağını kestiremiyordum. Fatma Aliye, pek fırsat vereceğe  benzemiyordu. Belki sabırsız davrandım fakat sormadan edemedim:

Ya siz, Halide Hanımefendi? Sizin Handan'ınız da benzer bir acıdan, hıyanetten müzdarip olmuştu. Ve nihayetinde her şeyi bilip anlamak için ebediyen susamış o dimağı evrensel akla erişemeden yitip gitmişti, değil mi? Siz Handan'ı kurtarmadınız. Fakat niye? Handan niçin delirerek öldü?

"Hatırlattığın bölümün devamını da ben getireyim sevgili Dürdane İsra. O cümlenin devamında Handan için şunu da ekliyordu Neriman: "...fakat âlim kadınların kuru dimağı değil. Onda bildiği, şeyleri seven, deragûş eden bir şefkat, bir kadın kalbi vardır..." Sanki iki tür ateş yanar içimizde. Biri başkasının akıbetinden kıvılcım nisbetinde bize sıçrayan ve ibret nazarıyla tutuşan ateş. Görüyorum ki, kıymetli Fatma Aliye Hanımefendi, bu ateşin ilhamıyla ve yine bu vicdanla kaleme davranmış. Diğer bir ateşse, bizzat tecrübeyle, ateşin içinde kalan kişinin âh u figânından sonra kor gibi için için yanarak yürekte yer eder. Çoğu âlim kadının kuru dimağında bu iki ateşten de eser yoktur. Ve hem bizden sonraki devri görmüş Sâmiha Hanım hem de Dürdane İsra takdir edeceklerdir ki artık çoğu kadının içinde bu ikinci ateş yanıyor. Kimi bu yangından sonra az da olsa tütecek gücü buluyor, kiminin külleri çoktan arzın zerrecikleri arasına karışmış. Handan, aşkı akla yeğ tutmuştu. Ama aşkı anlayacak akıldan da mahrumdu. Çünkü Nazım'ı reddederken aklı, Hüsnü Paşa'yı koca diye kabul ederken aşkı yanlış anlamıştı. Dikkatli okurlar görecek ki Handan'ın hikayesi benimkine pek benzer. Ben de yanmadan yazamayanlardandım. Fakat Handan'ı kurtarmadıysam da kendi yaşamımı kurtarmaya azmetmiştim, kendimi ne aşka ne de akla kurban etmeye yanaştım. Beni bu kuvvete taşıyan şeyse sanıyorum maksadım oldu.

Maksat... Güneş doğunca idare kandilinin kıymeti kalır mı hiç? İçinden böyle geçirdiğine emindim Sâmiha Ayverdi'nin. Edebiyatın kendinden başka bir maksadı olmaz demekle onların yazdıklarını göz ardı etmek ne büyük haksızlık. Onları yaşamda tutan ve yazma azmini kamçılayan maksatlarının yanında maksatsızlıkla oynatılan kalemin gevezelikten ne farkı var?

Yeni edebiyatımız (Edebiyat-ı Cedide'den bahsediyorum) karamsar ve "oğul takıntılı"dır. Daima "babasızlık/devletsiz-otoritesizlik/tanrısızlık" metaforlarıyla anılan bu yazarların bir lanet gibi peşini bırakmaz oğul takıntıları. Gencecik yaşta yitirilmiş parlak erkek çocuklarının -kimisi hastalıktan yiter, kimisi canına kıyar, kimi de gurbette din değiştirir.- acı gölgeleriyle için için ağlayan bir edebiyattır bu özünde. Münevver bir babadan yine münevver bir oğula devredilemeyen saltanatın acıklı şiiri ve acıklı nesri... Hüseyin Cahid, mirasını (İtalyanca, Fransızca çevirilerini) bu saltanatı sürdürmek umuduyla tek bir başlıkta toplar: "Oğlumun kütüphanesi." Talih, Haluk'un Defterini babası Tevfik Fikret'in hiç ummadığı bir şekilde dürer. Recaizade Mahmut Ekrem'in mahdumu Nijad Ekrem genç yaşta vefat eder ve bir ihtimal olarak kalır. Sanatla sağaltılmış bir ruhun kendi kanından bir başka erke tevarüsüne tuhaftır talih bir türlü müsaade etmez. 

Peki bu münevver babaların adı hiç anılmayan ya da layıkıyla anılmayan kız çocukları... Talihin bu tuhaf oyununu seyretmiyorlar mıydı? Keşke hepsi dikkat kesilseydi bu oyuna. Babalarının kişisel itiraflara dönüşen lirizmlerinden, ağır bürokrasilerinden, süslü yas elbiselerinden sıyrılıp (tıpkı Fatma Aliyeler, Halide Edipler, Sâmiha Ayverdiler gibi) tamamen gerçek dünyaya, çatışmanın tam kalbine nişan alabilseydiler.  Belki aldılar da... Çağlar arası mesafe azalıyor, ok hedefe ha vardı ha varacak.

 

 (Sabit Fikir dergisi Ekim ve Kasım sayılarında yayınlanmıştır.)

20 Kasım 2021 Cumartesi

"Sabah eskimişliğin buzulları burnuma dek geliyor."

İyi mi yapıyorum böyle yabancıları eve getirmekle? 1930'un Arnavutköyü'nde, uzun beyaz elbisesiyle bahar dalları kadar gencecik bir kızın fotoğrafını o tozlu yığınlar arasında görünce, niye kayıtsızlık ya da çabuk sönecek bir ilgi yerine derin bir iç burkulması duyuyorum? Haziranın yirmi altısı diye tarih düşülmüş. Altmış bir yıl ve bir gün sonra ben doğacağım. Düşülen tarihin üzerinden neredeyse bir asır geçtikten sonra fotoğraf benim elime geçecek. "Aziz kardeşim .........."'. Birisi sanki bozuk paranın taraklı sırtıyla karalamış ismi. Şimdi onun aziz kardeşi benim. Böyle düşünürken annem elinde turuncu bir iple odama giriyor. "Bak, fare dişiymiş bu örneğin adı." Masamda  Füruzan'ın okurken yarım bıraktığım öyküsüne dönüyorum: "Bu bahar gününde kapı pencere kapalı oturulmaz a, şarkılı sokağın sakası atına kocaman nazar boncukları almış, Hayriye kız, diyor, ben sıçan dişi yapmayı Mualla abladan öğrendim..." Annemin arkasından sesleneyim diyorum, vazgeçiyorum. Çünkü biliyorum, annem "fare dişi" yapmayı internetten öğrendi. Gün ortasında eskimişliğin buzulları çözülüyor.  Ben örgü örmeyi bilmem ama düş kurmayı, vakıa örmeyi bilirim. Bunu da biraz eski fotoğraflardan biraz da Füruzan Abla'dan öğrendim.





1 Kasım 2021 Pazartesi

Uçan Halıdan Manzaralar: Ruhun ufukları, Kalbin dorukları

Derinleştiği bir masadan kalkıp yalnızlaştığı bir masaya otururken insan, hiç değilse, o masanın şöyle güneş alan bir masa olmasını tercih ediyor. Düşüncelerimiz ne kadar soğuk ve duygularımız ne kadar sıcak... Yaz mevsimini tıpkı bir his, kışıysa çetin bir fikir gibi karşılaşmamız belki bundan. İki kişilik bir masada çay, bir yakıt. Tek kişiyken zorla tutunduğum bir mazeret. Ama oturup çalışmam gerek. Birkaç gün önce New Yorklu bir şairle karşılaştım. Şiirinde hiç durak yok ve elbette ölçüsüz. Ama içinde biraz serin dağ havası almak mümkün. Bahsettiğine göre New York'ta şairler ceplerinde para yerine şiir taşıyormuş ve birbirlerini merdivenden itmek için fırsat kolluyorlarmış. Ama anlıyorum ki onun gözü şairlerden çok ermişlerde. Şiirini biraz bu çağın ermişliğinde mayalıyor. Sonra şöyle soruyor:


"Peki, etrafımızdaki şeylerle kullandığımız kelimeler arasındaki mesafeyi kırmamak için değillerse ermişler ne işe yarar?"




9 Ekim 2021 Cumartesi

Telve

Gün, işaretlerle başlıyor. Yıkamadan önce içindeki kurumuş telve yumuşasın diye suyla doldurduğum fincanımda, dikey baktığımda Çinceye, yatay baktığımda Sanskritçeye benzeyen bir yazı (belki bir şiir) belirdi. Şu yeryüzünde biçimi sezmeseydik kolay kolay ad verebilirmiydik şeylere. Sanmıyorum. Ad vermekte zorlanıyorsak bu o şeyin henüz tam anlamıyla bir biçim almaması yüzünden olabilir. Yine de, en nihayetinde her şey "bir biçimde" adlandırılır. 

Şiirin dilde bir gerilemeyle daha doğrusu içe çekilmeyle yazıldığı zamanlardan sonra, şiirin insanın yüzünde bir tokat gibi patlamasını arzulayan Mayakovski, bugün atom bombasından sonra insan ruhunun patlayan şeylere karşı temkinli olmakta ne kadar haklı olduğunu eminim anlayabilirdi. 

Biz artık sessizlikte iz sürüyoruz. İşaretler, bizi bir yere çıkarmıyor. Ama biçim bir arada tutmaya yetiyor. Şimdi bu işaretleri okuyup fincanda beliren şiiri tercüme edeyim desem, kendimi bir romanın sayfalarında kaybolmuş bulacağımı iyi biliyorum.



2 Ekim 2021 Cumartesi

Federica Garcia Lorca'ya ait bir şiir, iki ayrı Türkçeyle.

Atlının Türküsü 


Kurtuba

Uzakta tek başına


Ay kocaman at kara

Torbamda zeytin kara

Bilirim de yolları

Varamam Kurtuba'ya


Ovadan geçtim yel geçtim

Ay kırmızı at kara

Ölüm gözler yolumu

Kurtuba surlarında


Yola baktım ama yol uzun

Canım atım yaman atım

Etme eyleme ölüm

Varmadan Kurtuba'ya


Kurtuba

Uzakta tek başına


Türkçesi: Melih Cevdet Anday - Sabahattin Eyüboğlu


...



Atlının Şarkısı


Kurtuba,
Uzak, yalnız.

Yağız at, kocaman ay
Heybemde zeytinler.
Bütün yolları biliyorum ama
hiç varamayacağım Kurtuba'ya.

Ovada, rüzgârda,
Yağız at, kırmızı ay
Kulelerinden Kurtuba'nın
Ölüm bakıyor bana.

Ah, yol ne uzun!
Ah, yiğit atım!
Ah, ölüm bekliyor beni
varamadan Kurtuba'ya!

Kurtuba
Uzak, yalnız.

Türkçesi: Sabri Altınel








1 Eylül 2021 Çarşamba

Fyodor Dostoyevski ve Gustave Flaubert ile Bir Buluşma



Rus ve Fransız gerçekçiliğinin akla ilk gelen iki ismiyle, Dostoyevski ve Flaubert'le devam ediyoruz "Karşılaşmalar" bölümüne. Dostoyevski'nin 1848'de yayınladığı Kırılgan Bir Yürek öyküsüyle Flaubert'in 1877'de yayımlanan Saf Bir Yürek (Un coeur simple) öyküsünü buluşturmak fikri, bu kuvvetli ruhları tekrar aramıza çağırıp onları bir masada değilse bile bir ağacın altında, karşı karşıya sohbet ederken dinlemek arzusuna götürmüştü beni. Henüz Orta Asya'daydım ve Dostoyevski yakınlarda sayılırdı. Flaubert’e ise yeni bir Doğu seyahati eminim cazip gelecekti. Buhara'da, sıcak bir günde, Emir'in yazlık saray olarak inşa ettirdiği sarayın serin bahçesinde konuk ettim onları. 

Yazgının tuhaf denkliği, her ikisi de 1821 yılında doğmuş ve yine birbirine çok yakın yıllarda hayatlarını yitirmişlerdi. Dostoyevski öldüğünde 59, Flaubert'se 58 yaşındaydı. Yaşadıkları yıllarda birbirlerinden haberdar olup olmadıklarını merak ediyordum fakat onları kişisel meraklarımla meşgul etmek hoş olmaz diye düşündüm. İki güçlü yazarın, "kırılganlık", "saflık", "zayıflık" dedikleri şeyin gerçekte ne olduğunu onlardan duymak, söz konusu öykülerin birlikte okunmasıyla nasıl bir diyaloğun gelişeceğini görmek istiyordum daha çok. 

Üzüm asmalarıyla kaplı uzun çardağın altından sarayın arkasındaki havuza doğru yürümeye başlamıştık. Yarısı kafeslerinde yarısı dışarıda gezinen tavus kuşlarının acı çığlıklarıyla, az ileride aslanlı kapının önünde oturup çekirdek çitleyen saray görevlisi kadının tiz sesi birbirine karışıyordu. Ben, biraz geriden yürüyor, fırsat buldukça süzüyordum onları. Portrelerinden daha farklı görünmüyorlardı. Ölüm, Dostoyevski'ye yaramıştı anlaşılan. İnce derili yüzünde gözleri iki akkor gibi ışıldıyor, merakla sarayın etrafını kolaçan ediyordu.  Flaubert'inse daha dalgın, çok daha solgun bir hali vardı. Önüne bakarak yürüyor, elindeki bastonla ufak taşları dürtüp havuza fırlatıyordu. 

"Duyarlı ruhları acımaya yöneltmek, ağlatmak istemiştim. Çünkü ben de onlardandım."

Gittikçe uzayan sessizliği bozmak istiyordum. "Bayan Roger des Genettes'e yazdığınız mektupları okudum Mösyö Flaubert" dedim. “O mektupların birinde Saf Bir Yürek öykünüzden heyecanla bahsediyordunuz." Yürüyüşümüz patika değiştirmişti. Dostoyevski, kayısı ağaçlarının olduğu tarafa yürüyor, peşi sıra bizi de sürüklüyordu. Flaubert, sağ elini pantolon cebine sokup uzun bıyıklarının altından zar zor seçilen bir tebessümle başını salladı. "Oui Madame, bir haziran günü, öyküm tam da istediğim gibi ilerliyordu. O heyecanla mektuba sarılmıştım. Yıl boyu yalnızdım ve bir değil sanki birkaç adammışım gibi çok çalışıyordum. Önceki yıl, Bouvard ve Pécuchet romanım yani Bilirbilmezler beni öyle bir noktaya dek işgal etmişti ki, neredeyse o olup çıkmıştım. Sağlığım kötüleşmiş, eserim gözümde bir angarya haline gelmişti. Romanda güçlükle ilerliyordum fakat bir yıl sonra bu alaycı metnin uzağında biraz soluklanıp gerçekten hassas, iç burkan bir hikâye anlatmak istemiştim.

Buharalıların "örik darahtı" dedikleri büyük bir kayısı ağacının altında oturuyorduk. Flaubert konuşmasını sürdürüyordu: "Bağlandığına coşkudan uzak bir biçimde bağlanan, taze ekmek gibi yumuşak, dindar ve yoksul bir köylü kadının, hizmetçi Felicite'nin öyküsünü anlatmak bana iyi gelmişti. Önce bir adamı, ardından hanımının çocuklarını, uzaklardan gelen yeğenini, baktığı bir yaşlıyı sonra papağanı Loulou'yu seven Felicite, sevdiklerini yine peş peşe yitiriyordu. En son papağanı da ölünce, onu doldurtuyor ve ölürken de papağanı Kutsal Ruh'la karıştırıyordu." Dostoyevski kaşlarını yukarı dikip doğrudan Flaubert'e bakınca, "Hayır, hayır Mösyö düşündüğünüz gibi alaycı bir öykü değil, tam tersine, çok ciddi ve çok acıklıdır." dedi Flaubert. "Duyarlı ruhları acımaya yöneltmek, ağlatmak istemiştim. Çünkü ben de onlardandım."

"Madam Bovary c'est moi!" dediğiniz gibi Mösyö Flaubert, Felicite'nin de kendiniz olduğunu söyleyebilir misiniz bugün? Yoksa o savunulmayacak kadar öteki, sizden dışarıda, herkesin kucak açabileceği kadar dışarıda biri miydi? Bu soruları sormak için sıramı bekliyordum. Fakat Dostoyevski çoktan söze başlamıştı bile:

Henüz Sibirya'ya sürülmemişken ve henüz yeterince tatmamışken ağzımın acı payını…

Sizi Turgenyev'le olan dostluğunuzdan tanırım Mösyö Flaubert. Siz de dostunuzun ağzından benim "sınırsız kibrimi" işitmişsinizdir eminim. Her halükârda sizi, şu kısacık konuşmanızdan sezdiğim kadarıyla bile başı yıldızlarda gezen Fransız romantiklerine tercih edebilirim. Tüm Fransızlar barikatlarda can verse, nezaket gereği bile olsa değişmeden yıldızların şarkısını söylemeye devam eder onlar, değil mi? 

Henüz Sibirya'ya sürülmemişken ve henüz yeterince tatmamışken ağzımın acı payını, beni bir köylünün dirayetli yüreğinden daha çok ağlatacak şeyin, acıdan değil de saadetten un ufak olmuş yufka bir yürek olabileceğini düşünürdüm. Neredeyse gülünç başlayan fakat gözyaşlarıyla biten bir hikâyenin kahramanı Vasya Şumkov da işte bu düşünceden doğmuştu.”

Yürek acıdıkça katılaşır, nasırlaşır, acıyı sırtlanır da dört başı mamur bir saadet karşısında nasıl böyle zayıf, böyle un ufak olur, hiç düşündünüz mü? Saadet acıdan daha mı çok soluksuz bırakıyor insanı? Dostoyevski bunu sezmişti besbelli. Henüz Sibirya'ya sürülmemişti, birer ikişer yıl arayla yazacağı büyük romanlarını; Yeraltından Notlar'ı, Suç ve Ceza'yı, Budala'yı, Ecinniler'i yazmamıştı. Ama bu büyük romanların nüvesi yazdığı her cümlede ışıldıyordu. Prens Mişkin ile Alyoşa Karamazov’un Hıristiyan alçakgönüllülükleri, Raskolnikov ile Ivan Karamazov’un şeytani gururları, Kirilov’un diyalektik ateizmi, Shatov’un mesiyanik Slavseverliği yanında Vasya'nın zayıf, kırılgan yüreğini nereye koymalıydı? Can kulağıyla dinliyordum:

“İnsanın tabiatında, ‘insan tabiatı’ denen şeyin varlığını yadsıyanların bile kabul edeceği şu dayanıklılık... Istırabın karşısında örselene sarsıla iki tür karşı koyuşla dikiliriz. Acıdan sağ çıkmanın iki yolu; sabır ya da kahırdır Mösyö! Dişlerini sıkarak ya da yüreğinin düğümlerini gevşeterek sabredenleri gördüm. İçlenerek bir de dövünerek, acıyı sapanlarına yerleştirip canı yandığı kadar can yakarak kahredenleri de. Onlar acıya rağmen aklı başında ve hayattaydılar. Saadeti, içini doldururcasına tüm hakikatiyle yaşayan Vasya ise, türünün tek örneği olabilirdi oysa. Eşsiz bir dosta sahipti. Sırf dost olamayacağı için, arzu ettiği yakınlığı düşman olarak kazanmaya çalışan yeraltı insanı gibi kötücül bir adam da değildi üstelik. Coşkuyla, sadakatle, yürekten seviliyordu dostu Arkadiy İvanoviç tarafından. Abartılı, rolleri sıklıkla birbirine karışan, hudutsuz bir dostluğun yanında bir de sevgilisi, ona kendini sadakatle adamış biricik Lizanka'sı vardı. Ve yeteneği, uysallığı, nadir bulunan alçakgönüllülüğünü görerek onu birinci kademe memurluğa yükselten velinimeti, Yulian Mastakoviç'i. Vasya, iyiydi, nazikti Mösyö ama affedilmez şekilde zayıf, affedilmez şekilde kırılgandı. Hayatın ona sunduğu bu sonsuz cömertlik karşısında un ufak olmuştu yüreği. Bir tek kendi başına mutlu olmak ağır gelmiş, bütün gücüyle bu mutluluğa layık olmak, vicdanına huzur vermek için büyük şeyler yapmak istemişti. Elindeki işi söz verdiği tarihte yetiştiremeyecek olmaktan duyduğu ıstırapla, altında ezildiği minnettarlıkla aklını yitirmişti Vasya. Sizin Felicite’nizin saflığı duyarlı ruhlarca affedilebilir, dirayeti yürekler sızlatabilirdi Mösyö, ama benim Vasya’mın mutluluk karşısındaki zayıflığı affedilemezdi!”

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Çok kere kendi içimizin gizliliklerini bırakıp başka kapılar zorluyoruz. İçimizin gizlilikleri bir sır mı? Başkasından saklanacak bir ur mu? Yakalara iliştirilecek bir madalya, bir rozet mi?  Böyle görüyoruz belki. Açmadığımız bir iç kapıyı bir başkası açsın diye bekliyoruz. Sır varsa çözsün, ur varsa söküp atsın. Azıcık açılsak utanıyor, azıcık daha çözülsek korkuyor, peşinden kapanıyor, kendimize bürünüyor bir kara büyü gibi yazgımıza düğümleniyoruz. Ya da göz karartıp bir kere açılmışsak, karşımızdakini yutacak kocaman ve asla doymayan bir ağza dönüşüyoruz. Karşılaşmaların, konuşmaların birer "Momus penceresi" olduğunu düşünürüm hep. Yunan tanrısı Momus, “balçıktan yaptığı insanın kalbine, tüm duygu ve düşünceler kolayca gün ışığına çıksın diye bir pencere koymadığı için Vulkan’ı -ateş tanrısını- suçlamış. Şayet Vulkan, insan denen muammanın kalbine o pencereyi açsaymış, oradan içeriye bakıldığı zaman her şey ayan beyan görünür, bir bakıma insan dediğimiz muammanın sırrı da çözülüverirmiş. Bana kalırsa Momus, bahsettiği o pencereyi, eksikliğini hissederek ve ona bir ad vererek açmış bile. Önce kendi içinde açmış. 

Çocukken dikkatimi çeken bir insanın evini de düşlemek gibi bir huyum vardı. Başka başka kişiler bile olsa o düşsel eve dair ilk imge, açık bir balkon kapısı olurdu bende. Mutfağa ya da salona açılmış, rüzgarın şişirdiği tül perdeleriyle, ışığın ve gölgelerin içeriye süzüldüğü bir balkon kapısı. Şimdi bu imgeyi daha anlaşılır buluyorum içimde. Benim balkonumun kapısı, konuşmak için, paylaşmak için, sevmek, anlamak ve anlaşılmak için kime açılmışsa ben de onun bana açılması muhtemel olan o sırlı balkon kapısını düşlüyormuşum işte. Oradaki demirlere, kollarımızı dayayıp yüzlerimizi birbirimize dönüp neşeyle ya da hüzünle sohbet edebilir, kollarımızda demirin izi çıkacak kadar yani canımız acıyacak kadar vakit geçirmişsek kimselere kabahat bulmadan tekrar evlerimize çekilebilir, uykularımızı uyur, düşlerimizi görür ve sabahla beraber, bir nergis gibi, bir sıklemen gibi bir zambak gibi yine birbirimize açılabilirdik. 

Açmanın ve başkasına açılmanın bunca zorlaştığı bir zamanda çiçeklerin her sabah ve her mevsim korkusuzca açmasına aşk olsun! 




6 Haziran 2021 Pazar

“Sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki? Tokmaksız bir çan gibi!” II

(Carl Gustav Jung, piposunu indirir, yuvarlak çerçeveli gözlüklerine alnına yerleştirip tebessümle konuşmaya başlar.)

Hayatın içinde, kitaplarda, klinik tecrübelerimde "model" sayılabilecek birçok insanla karşılaştım. Dünya üzerinde gayet modern davranan fakat ruhlar dünyasında hâlâ birer mağara adamının çocuğu olan erkekler ve kadınlarla... Öyle ki bazıları gerçekten de kılığına girdikleri şey olduklarına inanmışlardı. Gerçek doğalarını gizlemek için tasarladıkları bir maskeyle tam anlamıyla özdeşleşmişlerdi. Dünyaya samimi bir yüz göstermek sahiden önemlidir dostlarım ancak maskenin ardında olup biten o "özel yaşam"ın yok sayıldıkça kendini daha çok dayattığına şahit oldum. Sizin düşünsel anlamda erkek ve kadın olarak yaklaştığınız meseleye, ben daha ziyade ruhsal açıdan yaklaşıyorum Madam Beauvoir. Bu yüzden onlara eril ve dişil doğanın farklı yüzleri diyorum. Yalnız bu iki doğayı birbirinden kesin sınırlarla ayırmak pek güç. Hiçbir erkek bütünüyle eril değildir, içinde onu inatçı bir gölge gibi takip eden kadınsı bir yan daha bulunur. Bunu "anima" (ruh) ile karşılayabiliriz. Anima, erkeğin iç dünyasındaki karanlık taraftır ve canlılık, esneklik, insanî nezaket o karanlıkta uyur. Kadının iç yaşantısında da durum hiç farklı değil. O da derinlerinde eril bir alana, bir animus'a sahiptir. Madam, iç dünyamıza uyum sağlayamamak, en az dış dünyadaki aptallık ve cehalet kadar ciddi sorunlar yaratan bir ihmaldir, inanın bana. Simya ilminde Güneş ve Ay yalnız göksel cisimler değildirler, onlar ruhanidirler. Güneş, bizdeki eril doğayı karşılar. Bu doğa, ne soğuk, ne gölge, ne ağırlık ne de melankoli bilir. Kısacası ışığın hafifliği vardır onda. Sizin de dediğiniz gibi, diktatörlerin, generallerin, yargıçların, memurların, yasaların, soyut ilkelerin hafifliği. Orada ağır olan gölge yani karanlık genelde eksiktir. İtibar kaygısıyla o gölgenin üstünden tam bir sükûnetle atlayıp geçeriz. Gölgelerin varlığından, yalnızca münzevi saatlerimizde korkarız dostlarım. Nietzsche'yi hatırlayın. Merhamete burun kıvıran ve Çirkin Adam'a (herkes gibi olan sıradan insana) karşı savaşan Nietzsche'nin Üst-İnsan'ını. Gölgesini göremezsiniz onun. Onda itibarı azaltan bir zayıflığa asla yer yoktur. 

Evet, "sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki?" diye soruyordu Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolf'un doktoru ve aynı zamanda bir simyacı olan Michael Maier. Gölgesiz bir güneş neye yarar ki? “Tokmaksız bir çan gibi.” Eski inanışlara itibar eder misiniz bilmem? Bay Musil, siz biraz da olsa ilgilenirsiniz sanıyorum. Ya da ilgili olduğunuzdan haberiniz yoktur.  

(Musil, Doktor Jung'u kısa bir tebessümle geçiştirir. Gözlerini yeniden Simone'un inci kolyesine çevirir ve dikkatle inceler. Bir bezelye tanesi gibi avuçta kolayca ezebilecek gibi duran fakat anlaşılmaz biçimde sağlam görünen inci tanelerini...)

Eski bir inanışa göre, Güneş sağ, Ay ise sol gözümüze tekabül eder. Böyle görürüz ışığı ve gölgeyi, hafif ve ağır olanı, derinde ve yüzeyde kalanı. Yeri gelmişken "Tek gözlü dev" hikâyesini de hatırlatacağım size dostlarım. Masalları boş yere anlatmayız. O tek gözlü dev, biziz. Çünkü ya güneşi gören gözümüzü ya da Ay'a bakan gözümüzü kör etmişizdir vaktinde. 

Hep Güneş'ten bahsettik fakat Ay'ın doğası daha da ilginç. Biliyorsunuz o, her ay kararıp söner. Bazen hilal, bazen yeni ay, bazen dolunay şeklini alır. Bunu kimseden, kendinden bile saklayamaz. Ay'ın bu özelliğine ise "kadının doğaya yakınlığı" deriz işte. (Jung, piposuna biraz daha tütün yerleştirir ve devam eder.) Şimdi, lafı çok da uzatmadan, her ikisine de sahip varlıklar olarak içlerinden birini yok sayar, bir gözümüzü yumar ve yalnızca tekiyle özdeşleşirsek, tam olarak dediğiniz gibi Madam Beauvoir, dünyayı "aşırılık"la cezalandırmış olmaz mıyız?

(Kısa süren sessizliğin ardından Simone, aynı kıvrak üslubuyla yanıtlar.)

Aşırılık konusunda hemfikiriz anlaşılan. Yalnız siz konuşurken kahveniz epey soğudu Doktor Jung. Bu yüzden sizin için bir tane daha söyledim. Bay Musil, sizse epey şanslısınız. Kahvenize güneş vuruyor. Şu Portekizli Kadın hikayesine devam edecek misiniz? Hem o sürede güneş kahvenizin üzerinden çekilir ve belki soğuk, karanlık, melankolik bir kahvenin tadında Ay’ın doğasını da tatmış olursunuz. Fena mı?

"Hâlâ her defasında hissediyordu, ruhunun ruhunu."

Alınlarındaydı Kettenlerin gücü. Fakat alınlardan sessiz sedasız eylemler çıkar. Bizim Ketten Beyimiz de sabahları eyere atladığında, pes etmemenin mutluluğunu hissederdi her defasında. Ruhunun ruhunu hissederdi. Ancak akşamları eyerden indiğinde, yaşanan “aşırılığın” huysuz kasveti çökerdi üzerine. Hiç çaba göstermeden güzel bir şey, adını koyamadığı güzel bir şey olmamak için gün boyu çaba gösterirdi sanki. Uzun yıllardır savaştığı Piskopos, o sinsi herif, Ketten onu zor duruma düşürdüğünde Tanrı'ya dua edebilirdi oysa Ketten sadece yeşeren ekinlerin arasında dörtnala gidebilir, altındaki atın asi dalgalanmalarını hissedebilir, yalnız üzengilerle nezaket ve dostluk yaratabilirdi. 

O güne dek Portekizli Kadın'a yani karısına sadece avdan, maceralardan, yaptığı şeylerden bahsetmişti. Karısının ona doğurduğu iki çocuğu da pek hatırlamıyordu. Fakat onlar uzakta savaşan ve ara sıra şatoya dönen babalarının şanıyla büyümüşlerdi. Nihayet düşmanı Piskopos ölmüş, her şey Ketten Beyi'nin lehine sonuçlanmıştı fakat atıyla evine dönerken Ketten'i bir sinek sokmuştu. Şatoya vardıklarında, zehirlenmiş Ketten ateşler içinde yanıyordu. Yanan geniş bir otluğu andıran bu ateş haftalarca sürdü. Ünlü hekim bile bir şey diyemedi, sadece Portekizli Kadın kapıya ve yatağa gizemli işaretler koydu. Günün birinde Ketten Beyi'nden geriye yumuşak, kızgın külle dolu bir kalıptan başka bir şey kalmayınca ateş aniden düşüverdi. Sanki varlığının bir parçası önden ölmüş ve bir gezgin kafilesi gibi dağılmıştı.

Oysa savaş kurnazlığı, siyasi yalanlar, öfke ve öldürmek daha bildik geliyordu Ketten'e. Eyleme eylemle karşılık verilir, piskopos altınlarına güvenir, kumandan ise aristokrasinin direniş gücüne; emirler açık seçiktir; elle tutulur, gün gibi ortadadır hayat, yana kaymış demir boyunluğun altına mızrağı saplamak, parmağını uzatıp bu şudur diyebilmek kadar basittir. Oysa öteki ay kadar yabancıdır.

Ketten Beyi bu ötekini gizli gizli seviyordu işte. 

Son Söz

Önce Simone ayrıldı masadan, ardından Jung. Ve en son Musil. Onlarla karşılaşmam yıllar önce, başka başka zamanlara rastlar. Hiçbirinin sözleri buradakilerle sınırlı değil. Fakat bu karşılaşmada, benim aracılığımla daha önce hiç duymadığınız şeyler söylediklerine şahit oldunuz. Ben de kendi bilincimizin evreninkiyle nasıl müşterek işlediğine, hemen her düşüncenin daha evvel düşünülmüş olanlarla birbirine tutunarak ilerlediğine yeniden şahit oldum. Hayatta olmayan insanların neler düşündüğünü tahmin edebilmek hiç zor değil. Yaşarken tam olarak neler düşündüğümüzü kendimiz de bilmiyoruz.

Olsun. Duyabilsek yeter. Kendinize ya da bir ötekine ay kadar yabancı mısınız? Yoksa gözünüz mü kamaşıyor her ikisinden?  Düşüncenin hayatta kalma ısrarını duyduğunuz kadar, imgenin yaşamı iplik iplik dokuma arzusunu da duyuyor musunuz? Siz de duyuyor musunuz, yakından veya uzaktan, ruhunuzun ruhunu?

(Sabit Fikir, Sayı 120)

"Oysa öteki ay kadar yabancıdır." I

Şu tuhaf ün, iyi yazarların saatlerine bir türlü yetişemez. Yazının daima gerisinden gelir. Güçlüdür fakat sesi çıkmaz. Yine de cür'et önemlidir. "Benim ünümün (kendimin değil), baskı yapmayan büyük bir yazarın ünü olduğunu söyleme cür'etinde bulunuyorum." diyordu Avusturyalı romancı Robert Musil. Çinli bir deneme üstadı da şöhret için şunları söylüyordu: "...saadeti insan arayamaz, fazilet tam ise o kendiliğinden gelir. Şanın da peşinde koşulamıyor ama insanlar yüzlerini birine çevirince şan da ona kendiliğinden geliyor." 

20. yüzyılın en önemli romancılarından Robert Musil, 15 Nisan 1942 de hayata veda ettiğinde onu tanıyan ve ona gönülden bağlı olanların sayısı yalnızca birkaç dostuyla sınırlıydı. "Yaşayabilmek için önce ölmeyi beklemek epey ontolojik bir marifet!" Küskünlük ve ironiyle karışık böyle yazıyordu bir mektubunda. Ölümünden tam yedi yıl sonra, Londra'daki Times gazetesi hakkında şunları söyleyecekti: "Yüzyılın ilk yarısının Almanca yazan en önemli romancısı Robert Musil çağımızın en az tanınan yazarlarından biri."

Fakat bu kez, kendisine asıl ünü getiren Niteliksiz Adam romanının hemen öncesinde (yani Musil'in "bu kitabın tek suçu kitap olmak" diyerek onun bir kitaptan çok daha fazlası olduğunu söylemeye çalıştığı 'magnum opus'unu yazmadan evvel) yazarlığını bana kalırsa daha kırılgan bir sadelikle ortaya koyduğu bir başka eserinden, Üç Kadın'dan (Drei Frauen, 1924) bahsedeceğim. Dileğim, "Grigia", "Tonka" ve "Portekizli Kadın" isimlerini verdiği bu üç novella arasından özellikle birini, 'Portekizli Kadın' öyküsünü Simone de Bauvaoir felsefesi ve Carl Gustav Jung'un psikanaliziyle randevulaştırmak. Bu randevu, tam anlamıyla üç isim arasında geçen hayali bir masa sohbeti olacak. Her ne kadar onların eserlerinden, şahsi fikirlerinden yola çıkmış olsam da bu düşsel sohbetin kendi kendini var ettiğine, tahlil ya da çıkarım olmaksızın kurmaca bir anlatıya dönüştüğüne şahit olacaksınız. Bilindik yola başvurup öykünün psikanalizini yapmaktan ya da ona felsefi bir izah getirmekten imtina ettim. Çünkü hepsinden önce, bir Robert Musil okuru olarak şunu gayet iyi biliyorum: Bir yazar, sonsuz bir evren karşısında sonlu bir eser vermeyi olanaklı görebilir ancak iyi bir metnin daima genişleyen bir evrenden farksız olduğunu, ona dair her türlü çözümlemeninse güçlü bir imgeyi parça parça standartlaştırmak anlamına geleceğini hatırda tutmak gerekir. Artık burada susuyor ve sözü yazarlarımıza bırakıyorum.

"Neyim ben? Hiçbir şey. Peki ne olmak isterdim. Her şey!"

Baylar, bekletmeyi de beklemeyi de sevmediğim için, size ortak bir buluşma saati verdim ve görüyorum ki hiçbirimiz bir ötekini bekletmemiş. Birer centilmen olduğunuzu kanıtladığınıza göre, sözü ilk olarak benim almamda herhangi bir sakınca görmüyorum. (Jung, piposunu yakar, Musil şapkasını masaya koyar ve geniş alnındaki ter damlacıklarını ipek bir mendille siler.)

Kadını "hep geç kalmak"la suçlayanlar, onda zaman kavramı bulunmadığını sanıyorlar. Oysa zamanın isteklerine nasıl kuzu kuzu boyun eğdiğini hepimiz gayet iyi biliyoruz. Yani gecikmeleri bile biledir. Öyle değil mi, Doktor Jung? (Jung, tebessüm eder.) Bazı hoppa kadınlar, böylece erkeğin arzularını arttıracaklarını düşünürler ama kadın böyle birkaç dakika ya da saat beklemekle, uzun bir bekleme olan yaşamı karşısında duyduğu tepkiyi açığa vurur. Esasen, onun bütün varoluşu bir bekleyiştir. 

(Simone, biraz duraklar. Çantasından zarif bir tabaka çıkarır. Sigarasını parmağına yerleştirdiğinde Robert Musil çoktan çakmağına davranmıştır ancak Simone onu nazikçe geri çevirir.) 

Çakmak yerine kibriti tercih ediyorum Bay Musil, kadın doğası gereği tekniğin bile tabiata en yakın halini yeğliyorum. Kibrit, ateşi taşır ancak oldukça kırılgandır da. Çakmakta ise yakıtın, mekaniğin kısacası erkin şiddetini duyarım.

(Musil, ordudan kalma çakmağını yeniden ceketinin iç cebine yerleştirir ve konuşmaya başlar.)

Bana bir hikâyemi anımsattınız sevgili dostum. Ona Portekizli Kadın ismini vermiştim. Bir okurum yazdığı mektupta bu başlığı yadırgadığını çünkü hikâye boyunca kadından çok bir adamdan bahsedildiğini söylemişti. Ben de ona bir kadını en iyi bir adamın hikâyesi içinde tanıyabilirsiniz demiştim. Sözlerinizden anlaşılıyor ki, bunun aksi de geçerli. (Musil kahvesinden bir yudum alır.) Evet, bahsettiğim bu hikâye geçmişte, Kutsal Roma İmparatorluğu döneminde İtalya sınırındaki Alpler'de geçiyordu. Herr von Ketten isminde savaşçı bir asilzade ile onun Portekizli karısının hikâyesi. Ketten Beyi ne kadar kendini kendinden başka bir yere ait hissetmeyen, gözü pek, savaşçı bir adamsa karısı da o denli gizemli, hiçbir kalıba sığmayan zarif ve büyülü bir kadındı. Ne kocasının iradesini kırıyor ne de ona boyun eğiyordu. Ondaki bu tavır, Ketten Beyi'ni kayıp zavallı bir ruh gibi sessiz sedasız karısının peşinden gitmeye zorluyordu sanki. Yıllar sonra bütün Ketten beylerinin doğup büyüdüğü coğrafyaya Catene bölgesine geldiklerinde Portekizli Kadın sarp dağlarla çevrili bu yeri yadırgamış ancak kısa süre sonra erkeklerin adetleri gibi önceden alışılması gereken bir güzellik olarak görmeye başlamıştı. Birbirine eklenmiş tavus kümeslerini andıran bir şato, kaya üzerinde bir taş yığını, yosun kaplı baş döndürücü duvarlar... Şatonun etrafını çevreleyen dağları kimsenin aşamadığına dair bir rivayet de duymuştu. Orada bir dağı aştığınızda bir başkasıyla karşılaşırdınız ve bu sonsuz bir uğraşa dönerdi. Dostlarım, insanın birini, daha doğrusu kendini tanımaya çalışması da böyle değil midir biraz? 

(Soru, Jung ve Beauvoir'ı kulak kesildikleri hikâyeden sıçratır. Simone tüm dikkatini Musil’in iki kaşı arasında toplar ve uyuyan bir insanın üzerinden atlar gibi karşısında oturan bu geniş alınlı adamın cümlelerinin üzerinden atlayarak konuşmasına devam eder.) 

Bay Musil, nasıl ki toplum doğayı kendine uşak eder, doğa da toplumu baskısı altında tutarsa her şeye gücü yeten, dünya sorunlarına açıklık getiren muktedir erkek dünyasını gizliden gizliye baskısı altında tutan da bu kırılgan kadın doğası olur işte. (Derin bir iç çeker.) Ah, ana karnında insanî biçime dönüşen o kan çileğindeki gizi gerçekte hiçbir matematik eşitliğe dökemezsiniz! Eh, bu açıdan bakarsak kadının erkekten üstün mü, aşağı mı yoksa ona eşit mi olduğunu ileri süren kıyaslamaların boşluğu kolayca ortaya çıkıyor. Fakat içerlediğim şeyi söylemeden edemeyeceğim. Çünkü kendi kendimi de biraz hayal kırıklığına uğrattım. Erkeğin yaşantısı akılcıdır, bilirsiniz. Fakat o yaşantıda birtakım boşluklar, gölgeler de vardır. Kadınınkiyse kendi sınırları içerisinde oldukça karanlık ama dolu ve tamdır bana göre. Bu doluluk kadına belli bir ağırlık da verir. Diktatörlerin, generallerin, yargıçların, memurların, yasaların, soyut ilkelerin hafifliği yoktur onda. (Erkekleri etrafta koşturup kılıçlarını savuran çocuklar gibi görürüz çoğu kez.) Kadının hoppalığı bile bir karşı koyuş, bir yadsımadan kısacası bir oyundan ibarettir. Erkeği kendi oyun sahasına çekebilse bütün soyut ilkelerin hafifliğini gösterebilirdi ona. Her ilkenin, her değerin, var olan her şeyin iki anlamlılığını gözleri önüne serebilirdi. Fakat her nasılsa, hep olan o şey oluyor. Karanlık doluluğu bir yerde bırakıp eylem halinde o aydınlığa koşmak; verili olanla, dayatılanla benzer bir tutum takınmak durumunda kalıyoruz her seferinde. Ve sanki kadınlar ve erkekler olarak sonunda  aşırıya, daima aşırıya kaçıyoruz. (Jung, cebinden bir kâğıt ve kalem çıkarır, Simone'un konuşması sürerken tuhaf bir diyagram çizmeye koyulur. Musil ise onu dalgın bir dikkatle dinlemeye, boynunda üç sıra halinde dolanmış incileri seyretmeye devam eder.) İşte beyler, nihayetinde bir Feministim. Hem kendimin farkında hem de imkânsızlığında bir kadın olarak eyleme durdum. İtiraf edeyim, beni zaman zaman hayal kırıklığına uğratan asıl şey, içerisinde uykuya daldığımız o aşkınlık fikri ya da muktedirlerce yazılmış bir tarih değil “aşırılık”ın kendisi oldu. Teoride savunduğum bazı şeyleri pratikte çok defa ihlal ettim. Yalnız bunu hiçbir zaman yüksek sesle dile getirmedim. Şimdi, bizi burada toplayan yazarın düşsel daveti sayesinde, bu küçük cemiyet içinde bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Erkeklerin dünyasında itiraf, zayıflığın ya da baştan çıkarmanın bir türü olarak belirlenmiş çoktan. Kısacası baylar, tarihin şekillendirdiği ikinci bir cins, ben karşısında bir öteki, kısaca kadın olmak bana yansızlığı, açık sözlülüğü öğretti. Koşullarsa alçak gönüllülüğümü kendime saklamayı... 

“Sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki? Tokmaksız bir çan gibi!”

(Carl Gustav Jung, piposunu indirir, yuvarlak çerçeveli gözlüklerine alnına yerleştirip tebessümle konuşmaya başlar.)

Madam Beauvoir, Bay Musil… İzninizle meseleyi konuşmamızın en parlak imgesinden yani kibritten devralmak istiyorum. Biliyor musunuz, Bollingen'de inşa ettiğim evime yüzyıllar öncesinden bir konuk çıkagelse o taş duvarlar, odun yığınları, el işçilikleri arasında teknik anlamda şaşıracağı tek yenilik olarak yalnızca bir kibrit kutusu bulabilir. Ateşi, daha doğrusu gücü taşıyan kırılgan bir teknik. Ne müthiş imge! 


(Sabit Fikir, Sayı 119)


2 Haziran 2021 Çarşamba

İthaf

Seni kurtaramamıştım, 

Sen kulak ver bana. 

Bu yalınkat sözlerimi anlamaya çalış 

Çünkü bir başkası utandırır beni.

İnan bana, söz sihirbazlığı yok bende.


Beni güçlendiren, ölüm demekti senin için

Bir çağa veda ile bir yeni çağın başlangıcını karıştırdın, 

Ve nefretin ilhamı ile şiirsel güzelliği, 

Kaba kuvvetle narin düzeni. 


İşte sığ Polonya ırmaklarının vadisi. 

Apak sisin içine 

Atılmış upuzun bir köprü. 

İşte yıkık bir kent. 

Rüzgâr senin mezarına martı çığlıkları serpiyor 

Ben konuşurken seninle. 

Şiir nedir ki kurtarmazsa

Ulusları, insanları?

Resmi yalanların suç ortağıdır, 

Az sonra gırtlakları kesilecek ayyaşların şarkısı, 

Liseli kızlara eğlencelik 

Güçlü şiire özlem duydum ya ne olduğunu bilmeden, 

Yararlı amacını geç öğrendim ya.

Kurtuluşumu işte bunda buldum, yalnız bunda. 

Darı ve haşhaş tohumları dökerlerdi mezarların üstüne 

Kuş biçiminde gelen ölüleri beslemek için.

Bu kitabı buraya ben senin için koydum. 

Sen eskiden yaşamıştın. 

Bir daha bizi ziyaret etme diye. 


- Czeslaw MILOSZ




25 Mayıs 2021 Salı

"Mevcut zamanda, fikirler zıtlığı hep öfke saçar, zira "savaş her şeyin babasıdır." Sonuca sadece tarih karar verir. Hakikat, ebedi değildir, yerine getirilecek bir programdır. Hakikat ne kadar "ebedi" ise o kadar ölü ve değersizdir; kendisi apaçık olduğu için, bize daha fazla bir şey söylemez."


C. G. J. - Psychologische Typen 

1 Şubat 2021 Pazartesi

 


Osman Hamdi Bey'in öğrencisi, İstanbul Kız Lisesi resim öğretmeni Müfide Kadri'nin 22 senelik kısa hayatına sığdırabildiği az sayıdaki eserden biri...

31 Ocak 2021 Pazar

Pişmiş tuğlalarla örülü yüksek bahçe duvarlarından, dökümden ya da ağaçtan yapılmış büyük kapılardan, sanki daracık ve sonsuzca açılmış su oluklarından, aşınmış sokaklardan, birbirine ulanan ince kara kablolardan, çayın yeşilinden, pamuk çiçeğinden, akşam yaklaştıkça cıvıldaşan maynaların tiz ötüşlerinden, el ele bir yürüyüşten, içimde büyüdükçe büyüyen bir masal yumağından, yıkık gönül sarayımı dünya gözüyle görmekten duyduğum sevinçli hüzün. Sen beni bulduğuma da razı edersin, bulduğumla yapacak olduğuma da...

17 Ocak 2021 Pazar

İpin Ucu

Çoktan örülmüş bir şeyi usul usul sökmek. Yazmak biraz da böyle bir şey sanki. İpin ucunu ara ki bulasın. Başka sayfalar arasında mıdır? Daha evvel bulanların yazdıklarında mıdır? Bulmayı arzulayan başkalarının arzusunda mıdır? Yanılarak yürür, yürüyerek yanılırız o arayışta. Zaman bizi tartar, biz zamanı tartarız. Ve elbette zaman ağır gelir. Gelecek ağır gelir. Geçmiş daha da... 

Nerede buluruz yazmak için yakalayacağımız ipin ucunu? 

Kaynaktan dökülen su değil, kaynağa dökülen bir sudur zaman. Bizde potansiyel olarak duran, yaşamaya başlamak / yaşamı başlatmak için kıvranan ipin ucunu belki orada aramalı.