22 Ekim 2018 Pazartesi

Zihnin Duygusal Dip Akıntıları "Mitler" ve Edebiyatımızdaki İzdüşümleri


Bugün bile mitoloji dendiğinde aklımıza ilk gelen Yunan ve Roma oluyor. Mitleri anlama ve yorumlama sürecinde Batı’nın kendi içinde çok aşamalı, biraz da sancılı bir süreç geçirdiğini biliyoruz. Uygar toplumların ilkel olanla yüzleşmesi aynı zamanda onu arkaik insanla ve kolektif bilinci temsil eden en eski kutsal anlatılarla da yüz yüze getirmişti. Yüzleşmenin ilk ayağı oldukça çetindi elbette. İlkelin karşısında kendini uygar olarak konumlandıran toplumlar ilkel olana dair hemen her keşfi ya küçümsemiş ya da toptan reddetmişti. Cizvitli papazlar bir Mohawk kadınından rahibe Kateri Tekakwitha’yı yaratmıştı fakat nasıl olmuştu da, her şeye rağmen Kızılderili mitosu günümüze dek kendini yaşatmayı başarmıştı?

Dünya gömlek değiştirdikçe ve mitler kutsal-törensel bağlamlarından uzaklaştıkça hemen her toplumda aynı akıbete uğramışlar. Bir uygarlık mitsel zamandan çıkıp seküler bir bakış açısına geçtiğinde eski imgeler artık ya hissedilmez ya da bir ölçüde onaylanır. Walter Benjamin’in bu konuda oldukça yerinde bir tespiti var: “Bir Venüs heykelinin Antik Yunanlıların bakış açısında yer aldığı bağlamla, Orta Çağ din adamlarının bakış açısındaki bağlamı arasında kocaman bir fark vardı." Birinciler bu heykeli bir kült konusu yaparken, ikincilere göre aynı heykel ilençli bir puttu. Buna rağmen zaman içerisinde yitmeyen ve değişmeyen tek bir şey var ki, o da yapıtın biricik oluşu. Batı’nın hareket noktası da bu oldu gerçekten. Batılı araştırmacılar anlatının/yapıtın bu özel atmosferinden yola çıktılar ve ilkel olana gittikçe daha tarafsız bir yaklaşım geliştirdiler. Merceği kendi toplumları üzerine doğrulttuklarında ise, kendi arkaik dönemlerinden çağlar ötesine ulaşacak bir güzel sanatlar mabedi inşa etmeyi başardılar. O mabedin tanrısı sanatın ta kendisiydi. Sahi ve safi olan her şey onun hizmetinde olmalıydı. Resim, müzik, tiyatro, edebiyat hatta sinema gibi birçok sanat dalı kana kana içti bu kaynaktan. Freud çalışmalarında Oedipus’a, Electra’ya atıflar yaptı, oğlunu yiyen Satürn birçok ressam tarafından defalarca yorumlandı. Kısacası Batı, susuzluğunu bir nebze olsun bu şekilde gidermeyi başardı fakat ilginçtir onun yanı sıra birçok toplum da kendi kaynaklarını bırakıp hep bir ağızdan aynı kaynağa yöneldi. Nitekim biz de içtik, hoş hülyalar gördük, hatta öyle bir dönem geldi ki, Nev-Yunaniyan bile olduk.

Tanzimat devrinde mitolojiye dair neler yazılıp çizilmiş diye baktığım bir dönem gerçekten çok az sayıda isim ve eserle karşılaştım. Bunlardan birisi bizim Kamus-i Türkî müellifi olarak da tanıdığımız ve o dönemde özellikle Türk milliyetçiliği yolundaki çalışmalarıyla adından söz ettiren Şemseddin Sami’nin Esatir adlı eseriydi. Başta Yunan mitolojisi olmak üzere Etrüsk, Kıpti, Asuri, Süryani, İran, Hint, Çin, Kelt, Cermen, hatta Peru mitolojisine kadar birçok toplumun mitolojisine değinen Şemsettin Sami, nedense bu çalışmasında Türk mitolojisine dair hiçbir başlık açmamış. Kitabın başında, müellif dibacesi diyebileceğimiz kısma şöyle bir göz attığımızda o dönem edebiyatçılarımızın mitolojiye bakışını sezmek mümkün oluyor. Cümlelerine insanın inanma ihtiyacından hareketle başlayan Şemsettin Sami, bu ihtiyaçla yola çıkanlardan pek azının hidayet meşalesini görüp doğru yola girdiğini de ilave ediyor. İnsanda bu her koşulda var olan inanma mecburiyeti yine insanların evvelki cehalet ve noksanlıklarıyla birleşince yazara göre nice garip inançları, nice garip ayin ve törenleri de doğurmuş oluyor. İşte o nice garip inançlar, ayin ve törenler dönemin fikriyatında esatir-ül evvelin yahut Frenklerin tabiriyle mitolocya demekti. Şemsettin Sami’nin meseleye hak-batıl düalitesiyle daha doğrusu kendi inanç ve medeniyet dairesinden yaklaştığını söyleyebiliriz elbette:

“Zavallı insanlar! Nereden geldiklerini, nereye gideceklerini, ne olduklarını bilmeyerek bulundukları şaşkınlık ve hayretin içinde fevkalade olarak her ne gördülerse ona yaratıcı nazarıyla bakmaya, faydalı ve zararlı her neyi gördülerse ona tapınmaya mecbur olmuşlardır. İnsanların bir takımı güneşe, aya, yıldızlara; bir takımı ateşe havaya suya; bir takımı bir nehre, bir dağa bir taşa, bir ağaca; bir takımı da timsaha, ineğe, yılana kutsallık verip yüzyıllar boyunca ona tapınmış, onlardan yardım istemişler ve kendi yaşıtları olan insanları, evlatlarını ve kardeşlerini bu tanrılara kurban etmek gibi vahşi bir harekette bulunmuşlardır.”

Bu hararetli düşünceler yazının ilerleyen kısımlarında, özellikle Yunan mitolojisine atıfta bulunurken sanki biraz yatışır gibi oluyor:

“Eski milletlerin en gelişmişleri Yunanlılar olduğu gibi eski batıl inançların da en naziği, en hünerlisi, ve tevile en müsaidi Yunanlıların inançlarıdır.”

Yazının devamında bu inançların batıllık üzerine kurulmuş olsalar dahi hiç olmazsa bilim, güzel sanatlar ve benzeri alanlarda ilerlemeyi durdurmayıp aksine bu medeniyetin unsurlarının telakkisine hizmet ettiklerini de ilave etmekten geri durmuyor Şemsettin Sami. Ona göre insanlık tarihinin konularından bir mevzu olduğuna göre esatir’in mutlaka bilinmesi gerekir, hatta Yunanlıların, Romalıların ve İslam’dan önce gelmiş olan Arap şairlerinin ilmi eserlerini iyice anlayabilmek için, eski milletlerin tarihini gereği gibi öğrenmek ve farklı konularla ilgili inançsal eserlerden faydalanmak için elzemdir. İşte tam bu noktada sormadan edemiyoruz. Eski, köklü bir millet olarak bizim kendi tarihimizi gereği gibi öğrenebilmemiz adına acaba neden tarihin bu şubesine pek uğramadı yazarlarımız? Sebeplerin başında Türk mitolojisini yansıtan yazılı ve maddi kültür kaynaklarının Antik Yunan mitlerine kıyasla yok denecek kadar az olması geliyordu şüpsehiz. Diğer bir sebep de Tanzimat dönemi yazarlarının henüz tam anlamıyla “biz” diyemiyor oluşlarıydı belki. Her ne kadar o dönem Türkçülük rüzgârları ağırdan esmeye başlamışsa da hala daha cihanşümul olmanın, Osmanlı olmanın, çok sesli çok kültürlü olmanın izlerini derinlemesine taşıyorlardı.

Şemsettin Sami dışında, Nabizade Nazım’ın Esatir’i, Mehmet Tevfik Paşa’nın Esatir-i Yunaniyan’ı, Mustafa Nuri’nin M. Edom’dan çevirdiği Tarih-i Esatir adlı çalışması da meseleye benzer bir bakış açısıyla yaklaşıldığını gösteriyor. Mitolojiden her ne kadar ilm-i esâtir, ilm-i hurafat şeklinde bahsetmiş olsalar da yaklaşımların çok da ilmi olmadığı aşikâr. Yalnız Mustafa Nuri’nin eserin ön sözünde getirdiği bir izah asıl maksadı anlamak açısından önemli görünüyor. Ona göre gençlerin fikrinde din-i hakikiyenin yüceliğini layıkıyla temellendirmek için tarih-i mukaddes okuttuktan sonra “esatir-i evvelin” denilen bu hurafeler silsilesini de tanıtmak gerekir. İnsan eşyanın hakikatini doğrudan doğruya kavrayabilmek adına her şeyi fazlasıyla mukayese eder ve ancak bu sayede yeni bir keşfe ulaşır yahut hakikatten bir mana elde etmeyi başarır. Nasıl ki karanlığı aydınlıkla, sıcaklığı soğuklukla mukayese ettiğinizde mahiyetlerinin bir derece daha iyi anlıyoruz, işte insanı anlamak istiyorsak onun hak ve batılla olan münasebetinde de benzer bir kıyas yoluna pekâlâ gidebiliriz. Mustafa Nuri’nin getirdiği bu izah, dönemin genelinde var olan anlayışı özetler nitelikte.

Tanzimat devri yazarlarının mitolojiyi daha ziyade batılı kaynaklardan incelediğini ve meseleye kendi inanç ve medeniyet dairelerinden yaklaştıklarını söylemek mümkün. Çok sonraları, özellikle folklor ürünü olarak incelenmeye değer görüldüğünde yeniden gündeme gelecek olan mitoloji bizde hala daha yeterince dillendirilmiş değil. Özellikle mitlerin modern dünyada varlığını ne şekilde sürdürdüğü, nasıl başkalaşımlar geçirdiği hararetle konuşuluyorken bizim mitolojimiz sükût suikastına uğramaya devam ediyor gibi. Edebiyatımızın halkiyat cephesinin bu hususta daha titiz davrandığı bir gerçek. Ancak mitlerin birçok cepheden anlaşılmaya ve yorumlanmaya ihtiyacı var. Başlangıçta büyüsel, sonra da dinsel nitelikli kutsal törenlerin hizmetinde var olan bu ilk anlatılar Jung’un deyimiyle bizim duygusal dip akıntılarımız. Onlara önlenemez bir biçimde bağımlıyız. Ve bilinç gelişimimiz ne düzeyde olursa olsun, ne kadar uygar olursak olalım hepimiz ruhumuzun derinliklerinde durmaksızın mitler var eden arkaik bir insan olmaya devam ediyoruz. 

(Post Öykü Dergisi, 2016 Ekim-Kasım )

15 Ekim 2018 Pazartesi

Şimdiye dek Roland Barthes'ın birçok yazısını okudum. Ama beni en çok etkileyenlerden biri (belki de kendi yazınının bir sınır metni olduğu için) Kış Bahçesi Fotoğrafı ismiyle anlattığı o itiraflar dizisi oldu. Camera Lucida'nın ikinci bölümünde yer alıyordu bahsettiğim yazı. Kitabın ön sözünde okuduğum kadarıyla çoğu, Barthes'ın ölümüne yakın bir zamanda yazdığı yazılardı ve sanıyorum bana tesir eden şeylerden ilki onun daimi bir varsayan olarak salt bir gerçeklikle yani ölümle yüzleşme biçimiydi. Ölüm, biricik varlığın olanaksız biçimi olarak tam karşısındaydı. Çok sevdiği annesinin ölümünden sonra, onun öldüğü evde tek başına oturmuş (lambanın cılız ışığında kırışan alnının gölgesi çarpık burnuna düşmüş, dudağının ucunda sigarasıyla, evet tam da böyle düşlüyorum onu) birer birer resimlerine bakmıştı. Zaman içinde, geriye doğru taradığı fotoğraflar arasında, annesinin en son, en bitkin düşmüş haliyle çekildiği fotoğrafından başlayarak 1898 yılına kadar gelmiş, onun henüz küçücük bir kızken, erkek kardeşiyle birlikte kış bahçesi adını verdikleri yerde tuhaf bir uyumsuzlukla poz verdiği fotoğrafını görmüştü. Çocukluğun, annenin ve çocuk olan annenin egemen iyi'sine bakmıştı gözünü kırpmadan.

"Küçük kızı inceledim ve sonunda annemi yeniden keşfettim. Yüzünün farklılığı, ellerinin nahif tavrı, kendini ne öne çıkararak, ne de saklayarak uysalca aldığı yeri ve son olarak O'nu tıpkı İyi ile Kötü gibi büyümüş rolü oynayıp aptalca sırıtan güzel çocuktan ayıran yüz anlatımı - tüm bunlar egemen bir günahsızlığın (bu sözcüğü etimolojisine göre, yani "zarar vermem" olarak alırsak) biçimini oluşturuyor, fotoğrafik pozu O'nun yine de tüm yaşamı boyunca sürdürdüğü o savunulmaz paradoksa dönüştürüyordu: bir yumuşaklığın savunulması. Bu küçük kızın görüntüsünde O'nun kimseden miras almadığı ve O'nun varlığını bir anda ve sonsuza dek biçimlendiren nezaketi görüyordum..."

Roland Barthes, kalbin ağına düşmesinler diye alışkın olduğu o dilin (göstergebilimin) bütün teçhizatıyla donatmış düşüncelerini yazı boyunca. Yine de yas, en iyi, eşyanın huzurunda tutuluyor. Başka başka fotoğraflarda rastlıyor o eşyalara; fildişi bir pudra kutusu (kapağının çıkardığı o sesten ne denli hoşnut olduğunu da ekliyor) kesme kristal bir şişe, alçak bir iskemle, büyük çantalar... Bunların her biri, yavaş yavaş zihnin kabuğundan sızarak gerçek bir kederi, içine tüm varlığıyla düşmek istediği anne özlemini besliyor. Yeryüzünde onu ilk kez kucaklayan kolların yokluğu. Öze (raison d'être) ulaşmak arzusuyla tırmanmak ve göremeden aşağı inmek. Sisifus gibi hep yeniden başlamak... O gün, başlamayı reddettiği yerde, annesinin o kış bahçesindeki haline bakıp "bundan sonra toptan ve diyalektik dışı ölümümü beklemekten başka yapacağım bir şey kalmamıştı" derken kapıldığı yeis onu annesinin ölümünden tam üç yıl sonra kendi ölümüne götürecekti. 

"Kış bahçesi fotoğrafını bulmadan kısa süre önce annem zayıf, ama çok zayıf düşmüştü. Ben O'nun zayıflığını yaşadım (güç dünyasına katılmak, akşamları dışarı çıkmak olanaksızdı benim için; toplumsal yaşam beni korkutuyordu.) Hastalığı sırasında O'na baktım, içmesi daha kolay olduğu için sevdiği çay tasını tuttum O'na; O benim küçük kızım olmuş, ilk fotoğrafındaki asıl kızla bütünleşmişti. Brecht'te hayran olduğum bir dönüşümle anneyi (politik olarak) eğiten çocuktur; ama ben annemi hiç eğitmedim, O'nu hiç başka bir şeye dönüştürmedim; bir bakıma O'nunla hiç "konuşmadım" O'nun için O'nun karşısında hiç "nutuk çekmedim"; biz birbirimize o türden hiçbir şey söylemez, dilin uçarı önemsizliğinin ve havada asılı kalan görüntülerin, aşkın asıl mekanı ve müziği olması gerektiğini düşünürdük. En sonunda O'nu kendi kadar güçlü olan iç kanunum ve kız çocuğum olarak yaşamıştım. Benim Ölüm'ü çözümleme yolum buydu. Bunca filozofun söylediği gibi Ölüm ırkın acı zaferiyse, tikel tümelin doyumu için ölüyorsa, birey kendinden öte bir şey olarak üredikten sonra ölüyor ve böylece kendini yadsıyor ve aşıyorsa, o zaman döl vermeyen ben, en hasta anında annemi dünyaya getirmiştim."


(devam edecek...)


Barthes ve annesi, Henriette.