27 Ocak 2016 Çarşamba

Bir şeyi birine doğrudan, içinden geldiği gibi söylemeyi düşündüğünde anlaşılmamayı, başına yıkılacak dünyayı, taşacak denizleri, göçecek yolları hesaba katabilirsin. İyi ve kötü bütün ihtimalleri art arda sıralayabilirsin. Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı fikrine kapılır, hatta bunu bile isteye göze alabilirsin. Defalarca karar verip defalarca vazgeçebilirsin. Ama söyleyeceğin şeyi öylece, katıksız söylediğinde bunların hiçbiri olmayacak. Belki o gece rüzgarın yönü değişecek, gökyüzü bulutlanacak, dünyanın öteki ucundaki bir adam yalnız yatağında ansızın ölecek, buzullar biraz daha eriyecek, yer altında bir nehir sessizce yatağını değiştirecek, afrika'nın yoksul kabilelerinden birinde bir salgın hastalık baş gösterecek, kuzey avrupa'da bir kadın çok sevdiği bir grubun konserinde alkol komasına girecek, burma boynuzlu keçilerin nesli tükenecek ve neyse ki bunların hiçbirinin senin doğrudan söylediğin şeyle alakası olmayacak. Sen sadece söylemiş olacaksın. Karşındaki duymuş olacak. Hepsi bu.

24 Ocak 2016 Pazar

şarkı söylemek için açıklayıcı bilgiler


"Evin tüm aynalarını kırmakla başlayın işe, kollarınızı salıverin, dalgın dalgın duvara bakın, kendinizi unutun. Tek bir nota söyleyin, içinizde dinleyin. Taşların arasından çıkan ateşlerin, yarı çıplak ve çömelmiş siluetlerin olduğu korkuyla kaplı bir manzaraya benzer bir şeyler duyuyorsanız (ama bu daha sonra gerçekleşecek) iyi yolda olduğunuzu düşünüyorum, aynı şekilde sarı ve siyah boyalı kayıkların yüzdüğü bir nehir duyuyorsanız, bir ekmek tadı, bir parmak dokunuşu, bir at gölgesi duyuyorsanız, yine iyi yoldasınız."

-Julio Cortazar

12 Ocak 2016 Salı


As the mist leaves no scar
On the dark green hill,
So my body leaves no scar
On you, nor ever will.

When wind and hawk encounter
What remains to keep?
So you and I encounter
Then turn, then fall to sleep.

As many nights endure
Without a moon or star,
So will we endure
When one is gone and far.

- Leonard Cohen

ne iyiyim ne de sürrealist

Andre Breton Meksika'ya gidip "sen sürrealistsin" diyene dek Frida Kahlo sürrealist olduğundan habersizdi. Aynı şey değil belki ama, birisi gelip iyi olduğumu söyleyene dek gerçekten iyi olup olmadığımı asla bilemeyeceğim sanırım.

10 Ocak 2016 Pazar


Roy DeCarava, Window and Stove (1951)
Yüksek ateşten sayıklayan bir insanı dinlediniz mi hiç? Gözlerinizin içine baka baka akıl almaz şeyler söyler.  Yıllar önce ölmüş biriyle az önce telefonda konuştuğunu söyleyebilir mesela. Ya da tavanda gezen birinin topuklarını gösterir size. Dehşete kapılırsınız çünkü arayan kişinin ölü olduğunu, tavanda kimsenin gezmediğini bilirsiniz. Yine de ona inanmış gibi yaparsınız. 
Ne diye dalgınlıkla yürüyüp geçmemiştim önünden. Niye gözlerim görecek onca insan arasından hiç tereddütsüz onu seçmişti. Durmadan yılmadan devinen kalabalık arasında o niçin, niçin, niçin bir cümlenin sonuna gelmiş gibi ansızın durmuştu, yüzü  bana dönük, öylece... Her şey bir anda oluverdi diyelim, bir bakış ötekini buldu ve tatlı-sıcak-turuncu bir kıvılcımla karşıladı. Diyelim ki, çok daha derinlerde ılık bir nehir yatağını buldu. Usul usul yürüyüp şu herkesin bildiği düzlüğe döküldü. Yayıldıkça yayıldı, kendini doğurdu. Daha söylenmeden anlaşıldı birçok şey, temassız hissedildi. Yani olacak oldu ve iki insan bir bakışla uzaktan uzağa uzlaştı diyelim. Niçin yetmedi bu kadarı. 


“Songs are like windows – sometimes they’re trapdoors – and memories come cartwheeling out. You just have to deal with them.”

-Peter Milton Walsh

3 Ocak 2016 Pazar

kahkahadan sonraki sessizlik



Buzda kaymamak için birbirimize tutunarak -adeta seyirlik bir şeye dönüşerek- nihayet yolun karşısına geçiyoruz. Kaldırım güneş almış, buzu çözülmüş. Artık tutunmadan ve dizlerimizi kırmadan yürüyoruz. Omuzlar geride, eller cepte. Sulu kar paçalarımıza bulaşıyor. Bundan ikimiz de hoşlanmıyoruz. Sessizlik uzun sürünce "ne dinliyorsun" diye soruyor. Kulağımda cızırdayan şeyi o sorunca fark ediyorum ve kulaklığıma bu kez gönülden kulak veriyorum. Nick Cave, o büyülü ve muktedir ses tonuyla hüküm veriyor: "all beauty must die!" Dönüp çocuksu bir inançla "bütün güzellikler ölmeliymiş" diyorum. Sesim caddeden hızla ve hışırtıyla geçen arabaların altında ezilip dağılıyor. Ne dediğimi tam anlamıyor. Ben de anlamıyorum. Bütün güzellikler neden ölmeli anlamıyorum. O esnada caddedeki su birikintisini kızıl deniz misali ortadan ikiye ayırarak  geçen bir minibüs ikimizi de baştan aşağıya güzelce ıslatıyor. Kollarımız pergel gibi iki yana açılmış, olduğumuz yerde kalakalıyoruz. Ben cadde kenarından yürüdüğüm için daha fena haldeyim. Hiç gecikmeden minibüsün arkasından öfkeyle bağırıyoruz. Ve göz göze gelince başlıyoruz katıla katıla gülmeye. Gülerken birbirimize yine birbirimizi işaret ediyoruz. Yüzümüzde çamurlu su damlacıkları, kabanlarımız alacalanmış, paçalarımız sırılsıklam, bir elimiz karnımızda ötekinin işaret parmakları birbirine doğrulmuş. Yorulana kadar gülüyor, gülüyor, gülüyoruz. Neden sonra yatışıyoruz. Ufak tefek iç çekişlerin ardından yutkunup doğruluyoruz yerimizde. Kahkahayı noktalayan derin bir soluk... Lokomotifler gibi ağzımızdan buharlar saçarak geri veriyoruz o nefesi. Sonra, sonra işte kahkahadan sonraki malum sessizlik. Bir an için o sessizlikte ikimiz de ilkel ve yabancıyız. Birbirimize boş, anlamsız gözlerle bakıyoruz. Sanki kelimeler henüz icat edilmemiş. Hatta insan düşünebilen bir varlık mıdır, orası bile meçhul. Hafıza denen şeyin yerinde durgun, uçsuz bucaksız bir su var. Sessizlik biraz daha uzun sürse, evrenin yaratılışına tanıklık edebiliriz.