8 Aralık 2015 Salı

Gece, henüz kolonya dökülen bir avuç içi kadar serin. Sırt üstü uzanmış, başlamayan şeyler nasıl biter onu düşünüyorum.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Uyandı. Perdeyi açtı. Sabah yerinde yoktu. Gökyüzü donuk ve alacalı, bulutlar okunaksızdı. Martı sesleri uzaktan upuzun, karanlık bir şarkı gibi duyuluyordu. Üşüyor muydu? Hayır üşümüyordu. Yatağa oturup etrafına bakındı. Başka kimsecikler yoktu. Duvardaki yapraklı takvim beş sene öncesini gösteriyordu. Beş sene önce, tam da böyle renksiz, sabahsız bir günde, eski bir banliyö treniyle Haydarpaşa'dan Gebze'ye doğru giderken yüzünde aynı değişmez ifadeyle oturmuş, şöyle düşünmüştü: "En iyisi hep böyle yaşamasız. Böyle duvarlardan, kapalı kapılardan geçer gibi. Aynalarda yansımasız."

23 Kasım 2015 Pazartesi

16 Kasım 2015 Pazartesi


O geceden önce ne yapıyordum? O geceden sonra ne yapacaktım? Dönecek bir evim var mıydı? Nasıl yaşanıyor, nasıl uyunuyordu? Halbuki, hayatın rutin akışından sadece bir gecelik uzaktım. Bir gecede nasıl böyle öncesiz ve sonrasız kaldım?

Uzay-zaman düzleminde düşünelim:

Düz bir yatağa tertemiz bir çarşaf serelim. Çarşaf, zamanı simgelesin. Üzerinde hiç kırışıklık -hiç pişmanlık- olmasın. Sonra o sıradışı geceyi yavaşça çarşafın üzerine bırakalım. Göreceksiniz, gece kendi ağırlığınca bir göçük oluşturacak çarşaf üzerinde. Bu göçük etrafındaki tüm sıradan yaşantıları içine çekip yutacak. Sizi birden bire öncesiz ve sonrasız bırakacak. Zaman bükülecek bükülecek ve başkalarına nazaran daha yavaş akacak. Hayatın rutin akışından bir gecelik uzak kalmak, peşi sıra koşturduğunuz zamanı işte böyle aksatacak. 

Ne var ki, zaman aksasa bile durmuyor. Bu yüzden, tam da kaldığım yerden, "koşmam gerek yetişmem gerek yazgıma."

Chet Baker

Dawid Ogrodnik ( from Ida)

7 Kasım 2015 Cumartesi

Batı sinemasının bir klişesidir, geniş bir plan ve durgun bir kadrajda üç kişi yan yana yürüyorsa en soldaki daima en kötü kahramandır.  Fakat gerçek hayatta kötüye yön falan tayin edemiyorsun. Kötüler hemen her yerde. Kötülük, içimizde.

31 Ekim 2015 Cumartesi


"do you know where the wild roses grow, so sweet and scarlet and free?"
Her şeyi paramparça edip en ufak parçanın içinde devasa bir çıkmaza girdiğiniz o talihsiz anda, görünmez bir el başınızın üzerinden zarifçe uzanır, sonsuz yaşam genişliğinde kadim bir pencereyi sizin için aralar. Oradan baktığınızda her bir parça yerli yerindedir, tastamamdır, adınızı söylerken diliniz dolaşmaz ve yazgınız asla yormaz sizi. 

28 Ekim 2015 Çarşamba


Şarkının başında ve sonunda, yer yer de içinde tatlı bir gıcırtı duyuluyor. Dinlerken o gıcırtının nereden geliyor olabileceğini düşledim durdum. 

Mesela; sessiz bir öğle vakti üzerinde yürünen verandanın ahşap zemininden. Rüzgarla usul usul açılıp kapanan tahta bahçe kapısından. (Teksas'ın belalı kasabalarından birinde eski bir barın kanatları birbirlerine çarpmaksızın karşılıklı açılıp kapanan yaylı kapısından da olabilir.) Ya da üzerinde ihtiyar bir kadının uyukladığı sallanan sandalyeden. Gece yarısı ahşap kulübenin fırtınaya direnen kirişlerinden. Belki durgun bir denize uzanan meşe iskeleden. Aynı iskeleye yanaşmış boyasız bir kayıktan. Ama en çok da, iki çocuğun gülüşerek sallandığı tahta salıncaklardan. 

-Salıncaklar tam havadayken korkusuzca atladılar ve koşarak gözden kayboldular. 

27 Ekim 2015 Salı

"Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön

Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti

Tutsak ve kibirli -ne gülünç-  
Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez
İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı
Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum

Kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi
Bir şeycik olmadı - Deneyin lütfen - 
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın

Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum"

-Gülten Akın

25 Ekim 2015 Pazar



"Here, Here's simple and happy. That's what I meant to give you."


24 Ekim 2015 Cumartesi

Hemen hep geç kalıyor. Kadife ceketi gelişigüzel düğmelenmiş. Biraz da ıslanmış yağmurda. Üzerinde dipdiri su damlacıkları. Kayan yıldızlar misali ince, parıltılı çizgiler çekerek süzülüyorlar sırtından. Lacivert kadife ceketi, bulutsuz bir gece göğünü anımsatıyor. Seksen sekiz takımyıldızdan her birini seçebiliyorum çıplak gözle. 

Parmağım efsunlanmış gibi kendiliğinden uzanıp dokunuveriyor omzuna. Lacivert gece göğü, tam omzundan kırışıyor. -demek kara delikler böyle böyle oluşuyor- Merakla çeviriyor bana yüzünü. Yüzü, bir geceyi dönen gezegen gibi... Bakışıyoruz, gündüz gözüyle. Şimdi tam burada bir şeyler söylemeli. Dokunarak anlatılmıyor her şey. Ne söylemeli, ne söylemeli? Gözleri ısrarla sormaya devam ediyor.

"Geciktiniz" diyebiliyorum, ürkek, utangaç. Gülümsüyor. Güneş ışınlarının dik açıyla düştüğü bir zaman dilimine geçiveriyoruz. -yengeç dönencesi- Etraftaki tüm gölgeler kısalıp siliniyor. Geceler uzuyor uzuyor ve hatta sünüyor. Artık sıcak, neşeli bir coğrafyadayız. Mızıkalar, solo gitarlar, akordeonlar... Çingene şarkıları, oradan oraya koşturan çocuklar ve elbette ceylanlar. Parıltılı nehrin üzerinden seke seke karşıya geçiyorlar. Her şey yeşil ve göz alıcı. Şimdi tam burada bir şeyler söylemeli. Halbuki dokunarak da anlatılabilir bazı şeyler. Ama bir şey söylemeli, bir şey söylemeli. Gözlerim ısrarla sormaya devam ediyor.

Sessizliği tek bir dudak hamlesiyle aralayıp; "bağışlayın" diyor, "yol hali."



20 Ekim 2015 Salı



Anne Sexton bu kayıtta Chopin dinliyor. Tam bir vecd halinde. Hissettiklerini iştahla anlatırken ara ara konuşmasını iç geçirmelerle bölüyor. Gözlerini yumuyor, dudaklarını ısırıyor. Ve bunun şimdiye dek duyduğu en şehvetli şey olduğunu söylüyor. Şiirden bile iyi. 

Benzer bir haz almak için şüphesiz bir çift uzuvdan fazlası gerek. Ben buna ruhtaki "serin kapı aralığı" diyorum. Müziği kulaklardan çok, bu serin kapı aralığından dinlemeli. Çünkü yaşayan her şey, o aralıktan çok daha derin, çok daha mistik duyuluyor.

19 Ekim 2015 Pazartesi

wild is the wind


Edward Hopper, Eleven A.M., 1926


Vilhelm Hammershoi, Les portes ouvertes, 1900

Bu iki tablo bana Sadık Hidayet'in Diri Gömülen'inden bir bölümü çağrıştırır hep;

"Kendime bin bir türlü işkence ediyordum. Hastalanmak istiyordum. Birkaç gündür hava soğumuştu. Önce çeşmeye gidip, soğuk suyu üzerime açtım, banyonun kapısını açık bıraktım. Şimdi hatırlıyorum. Titriyorum, soluğum kesiliyor. Sırtım ve göğsüm ağrı içinde. Ertesi sabah uyandığımda en küçük bir soğuk algınlığı bile hissetmedim. Yine üstümdeki eşyaları azalttım. Lambayı söndürdüm. Odanın penceresini açtım, soğuk cereyana oturdum. Soğuk rüzgar esiyordu. Zangır zangır titriyordum. Birbirine vuran dişlerimin seslerini duyuyordum."



10 Ekim 2015 Cumartesi

Unutma, sen balık değilsin, ağsın. Çırpındıkça kendine dolanacaksın.

7 Ekim 2015 Çarşamba

The Disappearance of Eleanor Rigby: Them'i izliyordum. Filmin sonlarına doğru "Bir keresinde seni okyanusta kaybetmiştim" dedi babası, Eleanor'a. Bu cümleyi işitir işitmez başımın yukarısında kocaman, sisli bir düşünce bulutu toplandı. Şimdi buraya o bulutun içindekileri yazacağım, çünkü burası bunun için var.

Her ne kadar anne-baba nutuklarını dinlemek bir yerden sonra sıkıcı gelse de, ikisinden biri böyle bir cümle kurduğunda hemen kulak kesilirim. "Bir keresinde Bursa'da kaybolmuştun.", "Bir keresinde seni misafirlikte unutup eve gelmiştik." Böyle cümleler, gittikçe farkına daha fazla vardığım hayatımdaki o karanlık noktaları aydınlatacak, flu resimleri, karıncalı görüntüleri, cızırtılı sesleri pürüzsüz hale getirecek sihirli cümleler gibi gelir bana. Kendi başlangıcını, uzak-yakın geçmişini senin yerine hatırlayan anne ve babandan ya da başkalarından duyacağın birkaç sihirli cümleyle şimdiyi ve yarını yorumlamak istersin. -demek ben o yüzden misafirlikten hoşlanmıyorum. demek o yüzden her defasında Bursa'da kaybolacakmış hissine kapılıyorum.-

Tek yaptığımız bu aslında. Yaşarken o yaşamın bir çoğunu da gözden kaçırıyoruz. Birileriyle yakınlık kuruyoruz çünkü gözden kaçırdığımız şeyleri çoğu kez onlar yakalıyor. Eksik parçalarımızın hep başka ellerde olduğu gerçeği... Birine olan yakınlığımız, ondaki eksik parçamızın büyüklüğüyle doğru orantılı.




5 Ekim 2015 Pazartesi

Yalnız yolculuktan dönenlerin değil, alıp başını gidenlerin de anlatacakları vardır.

3 Ekim 2015 Cumartesi

"İlk acılarımızın kaynağı nedir? Konuşmaya tereddüt ettiğimiz anın gerçekliğinde yatar o… İlk defa konuşamadığımız, içimizde sessiz şeyler biriktirmeye başladığımız anda doğdu ilk acılar."

- Gaston Bachelard, Su ve Rüyalar (1942)

2 Ekim 2015 Cuma

Kalabalık geçen bir akşamın sonunda herkes birer birer çekip gidince, şarkıda diyor ya hani, "el ayak çekilince" baş başa kalan yorgun bir çift gibi bakışırız evle. Nasıl da dağılmışız. Giderken en çok kimin bıraktığını bilemediğim o ağır boşluk, kıvamlı sessizlik kulaklarımda uğuldar. Perdelerin kıpırtıları durur. Duvarlarda gölgeler silinir. Yer yer çukurlaşan koltuklar usulca kabarır, eski haline döner. Bir eşi muhtemelen başka odada kalan o malum terlik ilişir gözüme -bir adımını salona, diğer adımını mutfağa atan koca bir dev ağırlamışım sanki- Kalabalıktan pek de hoşlanmayan kitapların nihayet renkleri canlanır, yazıları irileşir, hepsi birer birer kendi hikayesini fısıldar. Kahramanlar, avizenin tavana yaydığı turuncu ışık çemberinde tatlı tatlı oynaşır. Ev yine oda oda kendini doğurur. Başka kokular, başka sesler silinir.
Ve biz, baş başa kalan yorgun çift, kimsecikler yokken nasıl yapıyorsak işte öyle onarırız birbirimizi. Gerçeğin tam kalbinde, yine ve daima  kendi kendimize...

27 Eylül 2015 Pazar

"ispanyol ateşi" ya da müziğin içinde neyi arıyorum?

Sene 1991. Ilık bir haziran akşamı, Ankara'da dünyaya gözlerimi açıyorum. (on sekiz yıl gecikmiş olarak.) Ve yine aynı yıl Alain Corneo, Pascal Guignard'ın romanından uyarladığı Dünyanın Bütün Sabahları (Tous les Matins du Monde) adlı filmi çekiyor. Elbette bu iki olay henüz burada kesişmiyor. 

Aradan yıllar geçiyor, tatlı bir tesadüfle Guignard'ın kitabını alıp okuyorum. Ve dünyanın bütün sabahlarının geri dönüşsüz olduğunu ilk kez o gün anlıyorum.  

Kitabın bendeki tesiri geçmek bilmiyor. Kendi başıma geçirdiğim doğum günlerimden birinde kitaptan uyarlanan o malum filme rastlıyorum. Bu kez de film beni büyülüyor. Özellikle bir müzik:


Bu müzik filmde "ispanyol ateşi" adıyla geçiyor. Hemen yana yakıla kime ait olduğunu aramaya başlıyorum. Karşıma 18. yy. Fransa'sında yaşamış Marin Marais adında bir kompozitör çıkıyor. Paris'te doğup Paris'te ölmüş. Doğduğu nehirde ölen balıklar gibi. Demek ilham perisi Paris'miş diyor, aradığımı bulmuş olmanın rahatlığıyla ve Marais'e minnetle, istisnasız her gece dinliyorum.

Aradan zaman geçiyor. Dünyanın bütün sabahları mütemadiyen ve geri dönüşsüz yitiyor. Derken Vivaldi'yle yakınlaşıyoruz. İlk kez dinlediğim La Follia'sı bana bir şey anımsatıyor. Fazla tanıdık. Bir dakika, bir dakika bu bizim "ispanyol ateşi":


Klasik batı müziğinde henüz Cem Yılmaz seviyesindeyim. (bkz. olursan şef) Kafam karışıyor. Bu beste kime ait, Vivaldi'ye mi Marais'ye mi? Yine hummalı bir arayışa girişiyorum. İşler iyice sarpa sarıyor. Şimdi de Corelli'nin La Folliası:


Yetmez deyip arttırıyorum. Jean Baptiste Lully'den:



Bu garip peruklu adamların hangisi ilk kez bu besteyi yaptı diye kendi kendimi yerken nihayet şöyle bir bilgiye ulaşıyorum: Folia, bilinen en eski avrupa müzikal temalarından biriymiş. İspanyolca'da La Folia, Fransızca'da Folies d'Espagne, İngilizce'de Follies of Spain, İtalyanca'da Follia şeklinde geçiyor ve ilk olarak ortaçağın sonlarına doğru bir halk dansı ve dans şarkısı olarak iberik yarımadası'nda ortaya çıktığı biliniyormuş. Bulduğum eserler de bu temanın barok tarzında farklı yorumları / varyasyonları oluyormuş. Kendi adıma, klasik batı müziğinde bir gecede level atlıyorum. Ve dünyanın geri dönüşsüz yiten sabahlarından birini böylece geri kazanıyorum.

Kapanışı daha güncel bir yorumla Jordi Savall yapsın:


26 Eylül 2015 Cumartesi

teşekkürler hayat.

Sabah uyanır uyanmaz çıkıp bir ağaca sarıldım. Göğsümün içinde, bu yarım asırlık ağacın kabuğu gibi, yarıklar bulunduğunu sandım. Ama Kuyucaklı Yusuf'un yaptığını yapıp, gırtlağıma kadar çıkan bir ateşle içimden şöyle haykırmadım: "Aman yarabbi, ne kadar yalnızım!

Caddeler, sokaklar tenha. Beni bir ağaca sımsıkı sarılı görenler olmamış. Beni kimseye sımsıkı sarılı gören olmadı henüz. Fakat sarılma eyleminin kendisi, tek başına yetiyor acıyı mutluluktan ayırmaya. Ağaca gövdemi yaslayıp gırtlağıma kadar çıkan bir ateşle, haykırıyorum: gracias a la vida! 

Havada sabahın griliğinden kalma bir serinlik. Az evvel içtiğim çorbayla içim sıcacık. Tren garına doğru aheste yürüyorum. Ansızın yağmur çiseliyor. Ve işte, istasyon aynaları. Bu kez beni perişan göstermiyorlar. Sadece biraz uykulu, biraz boşvermişiz. Yüzyıllardır su alan bu teknede, sarılmışız ne güzeliz. Aynaların birinden kendime el sallıyorum. Karşılıklı gülüyoruz. Buradaki merhaba, öteki aynada elveda'ya dönüşüyor. Ağlıyoruz karşılıklı. Ve gırtlağımıza kadar çıkan bir ateşle, haykırıyoruz: gracias a la vida! 





23 Eylül 2015 Çarşamba

romanlar ve çocuklar



"Bir zamanlar  tek bir fotoğrafta yetmiş kadın romancıyı bir araya getirmiş olan Elle dergisine bakılırsa, kadın yazar dikkate değer bir hayvanbilimsel tür oluşturur: karışık bir biçimde romanlar ve çocuklar doğurur: Örneğin şöyle deniliyor: Jacqueline Lenoir (iki kız , bir roman); Marina Grey (bir oğlan, bir roman); Nicole Dutreil (iki oğlan, dört roman), vb.

Ne demek bu? Şu demek: yazmak görkemli ama gözüpek bir davranıştır; yazar bir sanatçıdır, bohem yaşamı sürmesi konusunda belirli bir hak tanınır kendisine; genellikle hiç değilse Elle'in Fransa'sında, topluma rahatlama nedenleri sağlamakla görevli olduğundan, hizmetlerinin karşılığını ödemek gerekir: kendilerine birazcık kişisel bir yaşam sürme hakkı verilir sessizce. Ama dikkat: öncelikle kadınlığın değişmez koşuluna boyun eğmedikçe, kadınlar bu sözleşmeden yararlanabileceklerini sanmamalı. Kadınlar erkeklere çocuk vermek için gelmiştir yeryüzüne; canlarının istediği gibi yazsınlar, koşullarını süslesinler, ama sakın bu koşulun dışına çıkmasınlar: kendilerine lütfen sağlanan bu üstün durum incilsel yazgılarını bulandırmasın, doğal olarak yazar yaşamına bağlanan bohemliğin karşılığını hemen analık bedeliyle ödesinler.

Bir roman, bir çocuk, biraz kadıncılık, biraz eşlik, sanat serüvenini aile ocağının sağlam kazıklarına bağlayalım."

-Roland Barthes


22 Eylül 2015 Salı

elleri var Bresson'un...


-Artık neyi istemediğimi biliyorum. Bu da beni henüz bilmediğim fakat gerçekten istediğim şey her neyse, ona ulaştıracak.

14 Eylül 2015 Pazartesi

der himmel über berlin


"çocuk, çocukken 
kollarını sallayarak yürürdü
derenin ırmak olmasını isterdi
ırmağın da sel
ve şu su birikintisinin de deniz olmasını
çocuk, çocukken
çocuk olduğunu bilmezdi
her şey yaşam doluydu
ve tüm yaşam birdi
çocuk, çocukken
hiçbir şey hakkında fikri yoktu
alışkanlıkları yoktu
bağdaş kurup otururdu sonra koşmaya başlardı
saçının bir tutamı hiç yatmazdı,
ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi."

berlin üzerindeki gökyüzü / arzunun kanatları - wim wenders (1987)

bazı filmleri ilk izlediğimde şöyle diyorum: bunu bir gece yarısı elimde kağıt kalemle yeniden izlemeliyim. "berlin üzerindeki gökyüzü" için de aynısını söylemiştim. geçenlerde serinleyen geceleri fırsat bilip yeniden açtım filmi. kağıdımı ve kalemimi hazır ederek. tabi filme rastlamadan evvel filmin bana göre kötü bir hollywood uyarlaması olan "melekler şehrini" izlemiş, "insan olma özlemi taşıyan melek" temasına az çok vakıf olmuştum. (iflah olmaz bir nicolas cage antipatim var. filmi kötü bulmamda sanıyorum payı büyük.)

çok sonraları wim wenders'a rastlayınca meselenin aslında başka olduğunu anlamış oldum. wim wenders (peter handke'yi de anmak lazım) romantizmi dozunda bırakarak olaya daha egzistansiyalist yaklaşmış, aslında insan olmayı isteyen bir meleğin hüzünlü hikayesi üzerinden bize insanoğlunun serencamını anlatmıştı. ve tabi bu anlatım için tercih edilecek güzide şehirlerden biriydi berlin. filmin atmosferini sokaklarıyla, kent kütüphanesiyle, heykelleriyle ihya etmişti. oyunculuk deseniz o biçim. filmin yarısında odaya giren babam peter falk'u görür görmez "aa komiser columbo değil mi bu" dedi heyecanla. sonra oturup yarısından başladığı filmi benimle sonuna kadar izledi. (peter falk'un ayna önünde şapka denerken sergilediği performans, buğulu ses tonu, şehla bakışları, dudağının kenarındaki müstehzi kıvrım... izlerken ben de kendisine defalarca şapka çıkardım.)

filmde ayrıca küçük detaylarla bir görünüp bir kaybolan nick cave var. (tatlım nasıl da young and beautiful) nihayet the carny ve from her to eternty'le boy gösterdiği an, ilk seferki gibi mutluluktan gözlerim yaşardı. wenders, rock müziği için "beethoven'a göre tek alternatif" demiş. nick cave tercihiyle de damak tadını anlamış oluyoruz. 
son olarak, yazının başındaki fotoğrafta, elinde nick cave plağıyla büyüleyen trapezci kızımız marion'dan bahsedeceğim. rol için biçilmiş kaftan. hüzünlü ama üzgün olamayacak kadar her şeyin farkında. yalnız, çünkü birini bekliyor. köksüz, hikayesiz... sıradan bir insanla birlikte olamayacak kadar sıradışı. monologları akıldan çıkacak gibi değil. filmin başından itibaren elimde hazır tuttuğum kağıda onun ağzından da iki güzel alıntı düştüm:

"-zaman her yarayı iyileştirir. ama ya zamanın kendisi bir hastalıksa?" 
"-sanki acının bir geçmişi yok, her şey gerçek olamayacak kadar güzelleştiğinde bitiveriyor."

bir de uyarısı var marion'un: "dolunayda trapeze binilmez." karar vermenin yeni ayıdır o.

-sahi, dolunayda başka ne yapılmaz?



11 Eylül 2015 Cuma


"she lives in some forgotten song" 


5 Eylül 2015 Cumartesi

yine de şuramda bir kuş

mahsun, tabutta rövaşata

perhan, çingeneler zamanı

3 Eylül 2015 Perşembe

"there
is no worse
hell
than
to remember
vividly
a
kiss
that never occurred."

24 Ağustos 2015 Pazartesi

stonemilker ya da bir taşın kalbini aralamak




björk liriklerini kendi içinde kelimelere ve hatta daha küçük birimlere ayırın. anlam yitmez, değişmez, sekteye uğramaz. aksine zayıf bir kalbiniz varsa affetmez, sekteye uğratır. yaman bir kelime avcısıdır o. bazı hislerin hala dünya dillerinde bir karşılığı yok. björk de bunun farkında elbette. bir de kendine özgü ahengin... telaffuzundan hoşlandığı kelimeleri seçiyor gibi. vurgulamaktan zevk aldığı kelimeleri. her vurguda içinizde bir yerler darbe alıyor, eziliyor. fakat biraz kuştan, biraz kediden bozma eşsiz aksanıyla çabucak iyi ediyor. çabucak. 

like milking a stone... bu hissi hepimiz biliriz. ben de bazen, 'bir taşın kalbini aralamak gibi' derim. mesela sevgili sohrap, "taşın durumundan bir şeyler anlamak" der. deriz böyle şeyler. taşlar üstünde taşlar üzerine düşünmeyi severim. onları arkama alıp fotoğraf çekilmeyi de. stonemilker klibinde 360 derecelik açıyla büyüleyen bir izlanda manzarası ve kayalıklar var. kayalıklar mutlaka bir şeyler anlatmak için var. dinleyin onları. sandığınız gibi sessiz değiller.

23 Ağustos 2015 Pazar

Kahve dükkanlarına benim gibiler için şöyle bir ibare düşülsün: "Sizi daha acısız bir sona hazırlayacak kahve çekirdeği henüz öğütülmedi."

22 Ağustos 2015 Cumartesi



Maalesef buradaki tombul taşra güvercinleri, herhangi bir dala konup varoluş hakkında düşünemiyor. 

21 Ağustos 2015 Cuma

Kadınlar bilir, dünya, üzeri çabucak tozlanan bir yerdir. Ara sıra yakasından tutup şöyle bir silkelemek gerekir.

Buraya Antandros’un serin sahilinden, sokaklarını beyaz boyalı evlerin aydınlattığı, geceleri mandalinaların dallarda birer turuncu ampul gibi parıldadığı büyülü bahçelerinden değil, aksine olduğum yerde çakılı kalmış -sanki devler ülkesinde bir kulede tutsak- nerede değilsem orada iyi olacakmışım hissiyle yazıyorum şimdilik.

-Geçer neyse ki.

20 Ağustos 2015 Perşembe

Sohrab Sepehri

   
Ertesi gece rüyamda su kuyuları, rengârenk toprak testiler ve yıkılmış bir şehir görmüştüm. Yattığım yerden, bana dönük sırtını seyrederek uzun uzun anlattım rüyamı ona. Konuşmaktan yorulup sustum. Anlamış olacak yerinden doğruldu ve şefkatle dizlerine yatırdı beni. Henüz uyunmamış öğlen uykularının gizli geçidine... Saçlarımı o geçidin içinden sonsuzluğa saldım, gördüğüm her şeyi unutarak... Bana bakan gölgeli yüzünün hemen aşağısında ıslak bir gün batımı gülümsüyordu. Uzanıp tadına bakmak ve tüm sonsuz uykularımı oracıkta uyumak istedim. 

 "Kanadığında kendini bir yara gibi hisseden  kadın, kocasının işine öyle geldiği için kendini bir çiçek olarak gören kadından daha çok şey biliyordur kendi hakkında."

-Theodor Adorno, Minima Moralia (1944)