27 Eylül 2015 Pazar

"ispanyol ateşi" ya da müziğin içinde neyi arıyorum?

Sene 1991. Ilık bir haziran akşamı, Ankara'da dünyaya gözlerimi açıyorum. (on sekiz yıl gecikmiş olarak.) Ve yine aynı yıl Alain Corneo, Pascal Guignard'ın romanından uyarladığı Dünyanın Bütün Sabahları (Tous les Matins du Monde) adlı filmi çekiyor. Elbette bu iki olay henüz burada kesişmiyor. 

Aradan yıllar geçiyor, tatlı bir tesadüfle Guignard'ın kitabını alıp okuyorum. Ve dünyanın bütün sabahlarının geri dönüşsüz olduğunu ilk kez o gün anlıyorum.  

Kitabın bendeki tesiri geçmek bilmiyor. Kendi başıma geçirdiğim doğum günlerimden birinde kitaptan uyarlanan o malum filme rastlıyorum. Bu kez de film beni büyülüyor. Özellikle bir müzik:


Bu müzik filmde "ispanyol ateşi" adıyla geçiyor. Hemen yana yakıla kime ait olduğunu aramaya başlıyorum. Karşıma 18. yy. Fransa'sında yaşamış Marin Marais adında bir kompozitör çıkıyor. Paris'te doğup Paris'te ölmüş. Doğduğu nehirde ölen balıklar gibi. Demek ilham perisi Paris'miş diyor, aradığımı bulmuş olmanın rahatlığıyla ve Marais'e minnetle, istisnasız her gece dinliyorum.

Aradan zaman geçiyor. Dünyanın bütün sabahları mütemadiyen ve geri dönüşsüz yitiyor. Derken Vivaldi'yle yakınlaşıyoruz. İlk kez dinlediğim La Follia'sı bana bir şey anımsatıyor. Fazla tanıdık. Bir dakika, bir dakika bu bizim "ispanyol ateşi":


Klasik batı müziğinde henüz Cem Yılmaz seviyesindeyim. (bkz. olursan şef) Kafam karışıyor. Bu beste kime ait, Vivaldi'ye mi Marais'ye mi? Yine hummalı bir arayışa girişiyorum. İşler iyice sarpa sarıyor. Şimdi de Corelli'nin La Folliası:


Yetmez deyip arttırıyorum. Jean Baptiste Lully'den:



Bu garip peruklu adamların hangisi ilk kez bu besteyi yaptı diye kendi kendimi yerken nihayet şöyle bir bilgiye ulaşıyorum: Folia, bilinen en eski avrupa müzikal temalarından biriymiş. İspanyolca'da La Folia, Fransızca'da Folies d'Espagne, İngilizce'de Follies of Spain, İtalyanca'da Follia şeklinde geçiyor ve ilk olarak ortaçağın sonlarına doğru bir halk dansı ve dans şarkısı olarak iberik yarımadası'nda ortaya çıktığı biliniyormuş. Bulduğum eserler de bu temanın barok tarzında farklı yorumları / varyasyonları oluyormuş. Kendi adıma, klasik batı müziğinde bir gecede level atlıyorum. Ve dünyanın geri dönüşsüz yiten sabahlarından birini böylece geri kazanıyorum.

Kapanışı daha güncel bir yorumla Jordi Savall yapsın:


26 Eylül 2015 Cumartesi

teşekkürler hayat.

Sabah uyanır uyanmaz çıkıp bir ağaca sarıldım. Göğsümün içinde, bu yarım asırlık ağacın kabuğu gibi, yarıklar bulunduğunu sandım. Ama Kuyucaklı Yusuf'un yaptığını yapıp, gırtlağıma kadar çıkan bir ateşle içimden şöyle haykırmadım: "Aman yarabbi, ne kadar yalnızım!

Caddeler, sokaklar tenha. Beni bir ağaca sımsıkı sarılı görenler olmamış. Beni kimseye sımsıkı sarılı gören olmadı henüz. Fakat sarılma eyleminin kendisi, tek başına yetiyor acıyı mutluluktan ayırmaya. Ağaca gövdemi yaslayıp gırtlağıma kadar çıkan bir ateşle, haykırıyorum: gracias a la vida! 

Havada sabahın griliğinden kalma bir serinlik. Az evvel içtiğim çorbayla içim sıcacık. Tren garına doğru aheste yürüyorum. Ansızın yağmur çiseliyor. Ve işte, istasyon aynaları. Bu kez beni perişan göstermiyorlar. Sadece biraz uykulu, biraz boşvermişiz. Yüzyıllardır su alan bu teknede, sarılmışız ne güzeliz. Aynaların birinden kendime el sallıyorum. Karşılıklı gülüyoruz. Buradaki merhaba, öteki aynada elveda'ya dönüşüyor. Ağlıyoruz karşılıklı. Ve gırtlağımıza kadar çıkan bir ateşle, haykırıyoruz: gracias a la vida! 





23 Eylül 2015 Çarşamba

romanlar ve çocuklar



"Bir zamanlar  tek bir fotoğrafta yetmiş kadın romancıyı bir araya getirmiş olan Elle dergisine bakılırsa, kadın yazar dikkate değer bir hayvanbilimsel tür oluşturur: karışık bir biçimde romanlar ve çocuklar doğurur: Örneğin şöyle deniliyor: Jacqueline Lenoir (iki kız , bir roman); Marina Grey (bir oğlan, bir roman); Nicole Dutreil (iki oğlan, dört roman), vb.

Ne demek bu? Şu demek: yazmak görkemli ama gözüpek bir davranıştır; yazar bir sanatçıdır, bohem yaşamı sürmesi konusunda belirli bir hak tanınır kendisine; genellikle hiç değilse Elle'in Fransa'sında, topluma rahatlama nedenleri sağlamakla görevli olduğundan, hizmetlerinin karşılığını ödemek gerekir: kendilerine birazcık kişisel bir yaşam sürme hakkı verilir sessizce. Ama dikkat: öncelikle kadınlığın değişmez koşuluna boyun eğmedikçe, kadınlar bu sözleşmeden yararlanabileceklerini sanmamalı. Kadınlar erkeklere çocuk vermek için gelmiştir yeryüzüne; canlarının istediği gibi yazsınlar, koşullarını süslesinler, ama sakın bu koşulun dışına çıkmasınlar: kendilerine lütfen sağlanan bu üstün durum incilsel yazgılarını bulandırmasın, doğal olarak yazar yaşamına bağlanan bohemliğin karşılığını hemen analık bedeliyle ödesinler.

Bir roman, bir çocuk, biraz kadıncılık, biraz eşlik, sanat serüvenini aile ocağının sağlam kazıklarına bağlayalım."

-Roland Barthes


22 Eylül 2015 Salı

elleri var Bresson'un...


-Artık neyi istemediğimi biliyorum. Bu da beni henüz bilmediğim fakat gerçekten istediğim şey her neyse, ona ulaştıracak.

14 Eylül 2015 Pazartesi

der himmel über berlin


"çocuk, çocukken 
kollarını sallayarak yürürdü
derenin ırmak olmasını isterdi
ırmağın da sel
ve şu su birikintisinin de deniz olmasını
çocuk, çocukken
çocuk olduğunu bilmezdi
her şey yaşam doluydu
ve tüm yaşam birdi
çocuk, çocukken
hiçbir şey hakkında fikri yoktu
alışkanlıkları yoktu
bağdaş kurup otururdu sonra koşmaya başlardı
saçının bir tutamı hiç yatmazdı,
ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi."

berlin üzerindeki gökyüzü / arzunun kanatları - wim wenders (1987)

bazı filmleri ilk izlediğimde şöyle diyorum: bunu bir gece yarısı elimde kağıt kalemle yeniden izlemeliyim. "berlin üzerindeki gökyüzü" için de aynısını söylemiştim. geçenlerde serinleyen geceleri fırsat bilip yeniden açtım filmi. kağıdımı ve kalemimi hazır ederek. tabi filme rastlamadan evvel filmin bana göre kötü bir hollywood uyarlaması olan "melekler şehrini" izlemiş, "insan olma özlemi taşıyan melek" temasına az çok vakıf olmuştum. (iflah olmaz bir nicolas cage antipatim var. filmi kötü bulmamda sanıyorum payı büyük.)

çok sonraları wim wenders'a rastlayınca meselenin aslında başka olduğunu anlamış oldum. wim wenders (peter handke'yi de anmak lazım) romantizmi dozunda bırakarak olaya daha egzistansiyalist yaklaşmış, aslında insan olmayı isteyen bir meleğin hüzünlü hikayesi üzerinden bize insanoğlunun serencamını anlatmıştı. ve tabi bu anlatım için tercih edilecek güzide şehirlerden biriydi berlin. filmin atmosferini sokaklarıyla, kent kütüphanesiyle, heykelleriyle ihya etmişti. oyunculuk deseniz o biçim. filmin yarısında odaya giren babam peter falk'u görür görmez "aa komiser columbo değil mi bu" dedi heyecanla. sonra oturup yarısından başladığı filmi benimle sonuna kadar izledi. (peter falk'un ayna önünde şapka denerken sergilediği performans, buğulu ses tonu, şehla bakışları, dudağının kenarındaki müstehzi kıvrım... izlerken ben de kendisine defalarca şapka çıkardım.)

filmde ayrıca küçük detaylarla bir görünüp bir kaybolan nick cave var. (tatlım nasıl da young and beautiful) nihayet the carny ve from her to eternty'le boy gösterdiği an, ilk seferki gibi mutluluktan gözlerim yaşardı. wenders, rock müziği için "beethoven'a göre tek alternatif" demiş. nick cave tercihiyle de damak tadını anlamış oluyoruz. 
son olarak, yazının başındaki fotoğrafta, elinde nick cave plağıyla büyüleyen trapezci kızımız marion'dan bahsedeceğim. rol için biçilmiş kaftan. hüzünlü ama üzgün olamayacak kadar her şeyin farkında. yalnız, çünkü birini bekliyor. köksüz, hikayesiz... sıradan bir insanla birlikte olamayacak kadar sıradışı. monologları akıldan çıkacak gibi değil. filmin başından itibaren elimde hazır tuttuğum kağıda onun ağzından da iki güzel alıntı düştüm:

"-zaman her yarayı iyileştirir. ama ya zamanın kendisi bir hastalıksa?" 
"-sanki acının bir geçmişi yok, her şey gerçek olamayacak kadar güzelleştiğinde bitiveriyor."

bir de uyarısı var marion'un: "dolunayda trapeze binilmez." karar vermenin yeni ayıdır o.

-sahi, dolunayda başka ne yapılmaz?



11 Eylül 2015 Cuma


"she lives in some forgotten song" 


5 Eylül 2015 Cumartesi

yine de şuramda bir kuş

mahsun, tabutta rövaşata

perhan, çingeneler zamanı

3 Eylül 2015 Perşembe

"there
is no worse
hell
than
to remember
vividly
a
kiss
that never occurred."