29 Kasım 2021 Pazartesi

Zambak / Müslümanlar

Bosna'daki birçok Müslüman çocuğuna partizan kompleksi denebilecek şeyden ötürü Ortodoks isimleri verdiler. Bu zavallı çocuklar, ebeveynlerinin doğal olmayan evliliklerinde, onları titizlikle asimile etmeye çalışan bir devletle yaptıkları gönülsüz iş birliğine doğdular. Bu durumda, savaş başladığında bazı Müslüman sanatçıların askeri konvoylarla Belgrad'a kaçmalarına şaşmamak gerek. Çetnikleri Saraybosna'ya getirenler de aynı konvoylardı. Drina'dan Müslümanların sınır dışı edilmesi emrinin verildiği Belgrad'a gittiler. Pek çok örnek bu aşağılık duygusunu doğrular. Örneğin; Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin amblemi bir çiçektir. Öyle stilize edilmiştir ki Saraybosna'da bahçelerde yetiştirilen bir çiçekten daha çok bir haça benzer. Çiçeğin doğuda kullanılan adının benimsenmiş olması uyum sergileme çabasından çok Yugoslavya olmanın gururunun göstergesidir. Bosnalı Müslümanların Yugoslavya'nın ne anlama geldiğini kavramaları için bir soykırım yaşaması gerekiyormuş. Bu yalnızca dilbilimsel bir ihmal meselesi değildir. On yaşında bir çocuk Müslüman olup olmadığını sorduğu ve olumlu cevap aldığında "Sürgün edilmek istemiyorum," diyor, işte o zaman bu insanlara korkunç bir şey olduğunu biliyorsunuz. Dilimiz kaderimizi mühürlemiştir. Soruyu soran çocuk - sığınakta- kurşun kalemini şarapnel parçasıyla açarak resmini çizmeye devam eder. Çizgi roman kahramanına Terry Manes ismini vermiş. Evrensel insanlığı ve kültürü dile getiren çizgi roman dünyası, bu anın gerçeklerinden ne kadar da uzak. Bu çocuğun gerçek dünyası, 10 yıl geç farkına vardığı bir dünya; sınırları onun adında başlar ve biter. Bu insanların başına gelen en korkunç şey bellek kaybı. Sürgüne gönderilmekten daha kötü olan tek şey ise sürülmüş olduğunu unutmak.


Semezdin Mehmedinoviç, Saraybosna Blues Syf. 54

26 Kasım 2021 Cuma

"Yeniden Doğuş Üzerine"


"Dönüşümü kendinde değil de, bir grup içinde yaşamak çok farklı bir şeydir. 

...

"Çok sayıda insanın bir araya gelmesiyle ve ortak bir ruh halinde birleşmesiyle oluşan ortak ruhun, tek tek bireylerin altında olduğu gerçektir. Eğer grup çok büyükse, ortak ruh bir tür hayvan ruhu gibidir. Büyük örgütlerin ahlakının daima şüpheli olmasının nedeni bu olsa gerek.

...

Ortak deneyim denen şey, bir grup içinde yaşandığında, bu deneyim nispeten düşük bir bilinç düzeyinde gerçekleşir, grup içindeki deneyim bireysel deneyime göre çok daha sık gerçekleşmesinin nedeni budur. Zaten ulaşılması da çok kolaydır çünkü birçok kişinin birlikteliğinden büyük bir telkin gücü doğar. Kalabalık içindeki birey telkine açıklığının kurbanı olur. Herhangi bir şeyin olması, örneğin bir öneride bulunulması, bu öneri ne kadar ahlakdışı olursa olsun, bireyin de buna katılması için yeterlidir. Kitle içinde insan bir sorumluluk duymadığı gibi korku da duymaz.

Dolayısıyla, grupla özdeşleşme basit, kolay bir yoldur ama insanın zaten bulunduğu durumdan daha derinlere inmez. İnsanda bir şeyleri değiştirir ama değişim kalıcı değildir, aksine: deneyimi sürekli kılmak ve ona inanabilmek için kitlenin verdiği sarhoşluğun tekrar tekrar yaşanması gerekir. Zira insan artık kitle içinde yer almadığında, önceki halini yeniden üretemeyen bambaşka bir insandır. "

...

Topluluk insana, yalnızken kolayca yitirebileceği bir cesaret, metanet ve asalet verebilir. İçinde, insanlar arasında bir insan olduğu anısını canlandırabilir. Fakat bu ona, bir birey olarak sahip olamayacağı özellikler atfedilmesini engellemez. Hak etmediği bu armağanlar insana başta büyük bir lütuf gibi gelse de uzun vadede bunların bir kayba dönüşmesi tehlikesi vardır, çünkü insan doğasında armağanları doğal saymak gibi bir zaaf vardır; sıkıntı anında bizzat çaba göstermek yerine, bunlar üzerinde hak iddia eder."

24 Kasım 2021 Çarşamba

Ortaçağ Avrupası'nda bir filozof ve bir keşiş.

Çağındaki çoğunluktan farklı düşünebilen Scotus Erigena ve transubstantia öğretisini (şarabın ve kutsal mayasız ekmeğin Mesih'in gerçek kanına ve bedenine dönüştüğü görüşünü) ilk kez ortaya atan Başkeşiş Paschasius Radbertus. 

Jung, bu iki ismi, iki ayrı tip olarak karşı karşıya getirir. Scotus, Jung'un ifadesiyle, düşünme biçimi ve önceliklerinden dolayı çağının ruhuyla ve etrafındaki dünyanın arzularıyla uyumlu değildir. Akılcı olduğu ve mantıklı düşünebildiği için başarılı olamaz. Onun yerine başarı, kesinlikle düşünemeyen, simgesel ve anlamlı olanı bayağılaştırıp tenselleştiren, dinsel tecrübeleri somutlaştırmak için her şeye sahip çağının ruhuna apaçık uyum sağlayan Başkeşiş Radbertus'un payına düşer. Bu karşılaşmanın bir mukayeseye dönüşmemesi için gayet hassas davranır Jung. Entelektüel açıdan, Radbertus'un başarılarıyla ilgili tek taraflı, küçümseyici bir yargıya düşmek istemez. Scotus'a saygı duyarken Radbertus'u hor görmek doğru değildir ona göre. Bildiklerimiz doğrultusunda Scotus'un akılcı, Radbertus'un ise programlı olduğunu söyleyebiliriz yalnızca. 

Fakat şimdi bile akılcı, kendi çağını aşan, hür düşünmeye cüret eden kimseler yerine; düşünemeyen ancak dışadönük ve sistemli olanların başarılı addedilmesine sanıyorum içerlemeyen yoktur.

Bugün Scotus gibilerin ve Doğu'daki benzerlerinin manastırdaki yoldaşları ya da otoritenin kendisi tarafından katledilmiyor oluşu bir teselli. Onun yerine yalnızlaşmak, dışlanmak, daha kötüsü çağın ruhunun akla her an nasıl galip geldiğini köşelerinden seyretmekle uzun bir ölüme terkediliyor gibiler. Bu uzun ölüme dayanabilmek için de bir şeyleri kurban etmeleri gerekiyor.

Geçmişte olduğu gibi en başta aklı kurban ediyor kimisi. (Sacrifium İntellectus) Metafizikle buluşturulan akıl uzun ölüme bir nebze dayanıklı hale getiriliyor. Ölüm sancısı çeken bir akıl zaten tıkanmış bir akıldır. 

Kurban ettikleri bir başka şey ise "nesnel bakış." Artık yalnız bırakıldıklarına göre yanlı olabilirler. Yan çıkacak başka kimse olmadığı için kayırabilirler kendilerini. Uzun ölüme dayanabilmenin bir başka yoludur bu.

Ve elbette egonun iliklerine biraz can verebilmek adına, kendinden yana oluşun ileri bir raddesi olarak kibre kapılmak. Radbertus gibilerin iddiaları hayatı kolaylaştırıp insanın arzu ettiği şeyleri somutlaştırabilir ama hakikat Scotus gibilerden yanadır. Bu az şey midir?! 

Düşünürünü vaktinde bir ölümle (buna egonun ölümü de diyebiliriz) geride bırakarak ya da yalnız çağınının ruhunu dirilterek hayatiyet kazanabilecek olan çoğu fikir, bu uzun ölüm esnasında safsataya dönüşüyor.

Fatma Aliye, Hâlide Edip ve Sâmiha Ayverdi ile Bir Buluşma I - II


Rüzgârlı bir ikindi, Valide-i Atik Camii'nin serin avlusundayım. İkinci Sultan Selim'in zevcesi ve Üçüncü Sultan Murad'ın annesi Nurbanu Sultan adına imar edilmiş bu müreffeh yapı, dârüşşifâsı, imâreti, mektebi, muvakkithânesi, medresesi, çifte hamamı ile Üsküdar'a ve Üsküdarlılara bırakılmış en güzel yadigarlardan. Bugün, eskidikçe çirkinleşen asrî binalar arasında bir senatoryum vazifesi görüyor. Avlusunda bölükler halinde dağılmış camii cemaati haricinde takkeli şalvarlı çocuklar yine kısa pantolon ve tişörtlü çocuklarla oyun kurmuş top oynuyorlar. Çay ocağını işletenler, masa tenisi oynayanlar, birlikte karşılıklı oturmuş sigaralarını tüttüren yaşlı bir adam ve yaşlı bir kadın, kalınca bir kitabın sayfalarını ihtimamla okuyup çeviren bir başka adam da dalgın halleriyle dikkatimi çekiyor. Ruhlarını ebedi bir mekânın avlusuna sermiş gibi uyuklayan kediler mesut... Çardaklardan birine geçip oturuyorum. Şadırvanın yanında dallarından ziyade gövdesi heybetlenmiş ihtiyar bir çınar, tam köşede upuzun bir servi, biri genç biri yaşlı iki ıhlamur ağacı ve mevsimi geçmiş olduğundan yalnız yeşil fidanlar olarak salınan güller... Burayı en çok bu başka başka musikileri olan ama aynı rüzgarla yek-avaz salınan ağaçlar yüzünden seviyorum.  

İşte oradalar! İri gövdesi güneşte devasa bir petek gibi ışıldayan palmiyenin yaprakları altında üç kadın oturuyor: Fatma Aliye, Halide Edip ve Sâmiha Ayverdi. Uzaktan güçlükle işitebildiğim sesleri, vecd halinde kovanlarına girip çıkan bal arılarının vızıltılarını andırıyor. Yanlarına gitmeden evvel bir müddet seyrediyorum onları. Ne etrafta onları sezen bir baş var, ne de onlarda etrafla alakadar olan bir telaş var. İki ayrı zaman, aynı camiinin avlusunda biteviye akıyor... 

İnce ve sıkıca kenetlenmiş dudaklar, kısık ve derin bakışlar Fatma Aliye'nin mizacına dair çok şey söylüyor. Reformist, doğrucu, geleneksel ama gelenekçi değil, kendine has bir muhtariyet arzusu taşıyan bakışlar. Kadınlığı; hırsın, aczin, rekabetin, tutkuların cenderesinden çekip soluk alınabilecek bir ideale yaklaştırmak önemliydi onun kanaatinde. Kalbî, hissî, ailevî ve an'anevî duraklarda haddinden fazla oyalanıp aklın terazisine geç kalmış kadınların hayatlarıyla ilgilenmişti hep. İlkeliydi ve romantizmin tatlı bir ölüm uykusu olduğundan haberdardı. Muhadarat romanıyla bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmek; Udi romanıyla, aldatılan bir kadının bu yıkımdan sonra hayata nasıl ve ne ile tutunabileceğini anlatmak istemişti. Levayih-i Hayat romanında ise iki kadının mektupları üzerinden evliliğin bir geçinme kontratı mı yoksa bir mutluluk sözleşmesi mi olduğunu uzun uzadıya tartışmıştı. Çok genç bir yaşta, bir kadından beklenmeyecek alakalarını gidermesi, bir nevi "erkek kafasını" yatıştırması maksadıyla evlendirilmişti. O ise gizlice romanlar okumaya devam etmiş, ısrar ve dirayetiyle evliliğini bile politik olarak dönüştürmüştü. İdealizmi yüzünden biraz sert ve kuralcı addedilmişti zamanında. Hayranı, seveni çoktu. Fakat kendine has otoritesini sevimsiz bulanlar arasında öz kızı da vardı. İdeal kadın ile koşulların yarattığı kadın arasında onu en çok zorlayan da kuşkusuz bu gerçeklik olmuştur. Fakat o, devrinin gereği içine doğduğu ideali iyi tanıyor hem normların hem Nisvan-ı İslam'ın hem de Garplı kadınların karşısına sarsılmaz bir özgüvenle çıkıyordu. 

Ve Halide Edip... Şairane başlayan bakışları kat'i ve müdahaleci bir burunla keskinleşiyor; bir mızrak ucu gibi sivrilerek nispeten hacimli dudaklarını işaret ediyor. Sinekli Bakkal romanında Rabia'yla Peregrini'nin aşklarını mümkün kılan çehre, bu çehreydi. Sultanahmet Mitingi'nde, umuma seslenen çehre de yine bu çehreydi. Zola'nın ruhuna ithaf ettiği Mev'ud Hüküm romanında kocasının kaçamakları yüzünden Frengi hastası olmuş Sara ile Dr. Kasım arasında dünyevi hazlardan uzak saf sevgiyi yeşerten çehre de işte yine bu çehreydi. Onun idealizmi Aliye'ninkinden bir yönüyle farklıydı. Kadın; bir estet ve bir hatip olmak arasında kendince bir kimlik var edebilir, romantizmin ölüm uykusunu, ölüme en çok yaklaşılan bir zamanda, tıpkı Ateşten Gömlek romanında olduğu gibi acıları dindiren bir morfin halinde kalplerin kuruyan damarlarına zerk edebilirdi. Ona göre insanı yaşatacak olan ne tıp ne de makineydi. İnsan doyurulmuş duygularıyla, tatmin olmuş bir kalple yaşayabilirdi ancak. Ve asıl büyük elem maksatsız olmaktan ileri gelirdi. Halide'nin devri de çileli bir devirdi. 1874 yılında İstanbul'a gelen İtalyan gazeteci-yazar Edmondo de Amicis'in tarifiyle, her gün eski bir Türk ölmekte ve Tanzimatçı bir Türk doğmaktaydı. Gazete tespihin, sigara çubuğun, şarap iyi suyun, yaylı araba arabanın, piyano davulun, Fransız grameri Arap sarf ve nahvinin, kargir ev ahşap evin yerini alıyor, her sene binlerce kaftan kaybolurken binlerce İstanbulin ortaya çıkıyordu. Fatma Aliye'nin romanlarında anlattığı işret meclislerinde hanelerinin saadetini altın bilezik bozdurur gibi bozdurup harcayan erkekler, artık gayri meşru ilişkileri yüzünden daha ağır bedeller ödüyor, frengiyle boğuşurken hem kendi hayatlarını hem de kadınların hayatlarını hiç edebiliyorlardı. Halide Edip, her felaketin bizzat şahidi olarak yazıyor, ilk evliliğinden Ayet ve Hikmet isimli iki oğul, kanında bataklıkta biriken durgun sular gibi bir zehir ve romanlarında dirilecek onca cesetle ayrılıyordu. Ve elbette gerçeğin zehrini bildiği tek panzehirle, edebiyatla sağaltıyordu. 

Aklın ölçüsünü geri getiren, kalbin takatini dirilten bu iki kadından başka içlerinden en genç olanı, Sâmiha Ayverdi ise daha derinde bir öze, ruhun kendisine müptelaydı. Onun bildirilemez ilmine, insanı bir meczup gibi çevresinde döndüren cazibesine, sureti tahrik eden o mânâ'ya tutkundu. İnsanın doyulmaz tezatlarla dolu varlığının maksadına daha gencecik yaşında meyletmiş, olgun ve oldurucu bir başka ruhun dostluğuna susamıştı. Batmayan Gün, baştan sona bu genç kadının istidadının aşkla buluşmasının romanıydı. Herkes gibi o da kendi istidadına uygun olan şeye gönül kaptırmış ve aşkı vasıtasıyla onu nihayetinde kendine çekmişti. Gayesine yürüyen insanın elinde mânânın sönmeyen ışığı da olmalıydı ona göre. Dağılan imparatorluğun ardından Avrupa karasevdasına tutulmuş Türk münevverlerinden farklı olarak Batı'nın salt maddeci tefekkürünü ve kararmış manevi ufkunu iyi tahlil etmiş, yine Fatma Aliye ve Halide Edip gibi o da felsefe ve kıyasın ruha bulaştırdığı anarşiyi, nihayet mutlak bir sükûna kalbedebilmişti. 

İşte yanlarındayım. Sohbetlerine katılmak için şevkle, heyecanla oracıktaydım. Başlarını aynı anda çevirip tebessümle baktılar bana. Zamanın gerisinden bir dost, bir anne, bir kız kardeş gibi, bir ehl-i dil olarak baktılar gözlerimin içine. Avludaki ağaçlar, hep birden rüzgarın cilvesiyle Segâh makamına geçtiler. Işıklar kırıldı, insanlar bir bir evlerine çekildi. Güneş, Üsküdar'ın üstünden kaydı, kaydı ve İstanbul'un başına yâkutlu bir taç koydu. Sanki şehrin ufuklarına inen, sis değil de bir sır perdesi...

II.

"Benim neşretmeye muvaffak olamadıklarımı belki bir gün sen neşredebilirsin." böyle demişti sevgili babacığım, Ahmet Cevdet Paşa. Bir ramazan akşamı Ahmet Mithat Efendiyle Beyazıt Camii'nde rastlaşırlar. Konu elbette bir yere bana gelir. Kızının sınırlı eğitimine rağmen zihnini yüksek ve zor konular üzerine işletmesinden ürktüğünü, erkek olsaydı büyük bir dahi olabileceğini anlatır uzun uzun. Ah babacığım... Bunları o z amanlar işitmek sessiz bir kırgınlık yaratırdı içimde. Halbuki şimdi... Kız çocukları babalarının sohbet meclislerine daha küçük yaşlarda kulak kesildiklerinde meseleleri başka bir cepheden kaydederler sanki. Kadın yaradılışıyla birlikte bilmeye giden aşınmış yolların ortasında bir tuhaf gerilim, kuvvetli bir iştiyak ve tereddüt. Kendinden emin olmak mı gerekir yoksa yalnızca emin olmak mı? Susmalı mı yoksa söylemeli mi? Kadın meclislerinde nazla ve niyazla oyunlar oynamak, türlü söylenceler dinlemek; erkek meclislerinde gerilip kırışan alınları, öfkeyle ya da teessüfle inip kalkan göğüsleri, birbirine doğrultulan parmakları izlemek... Her kız çocuğunun değil ama kimilerinin yazgısında bu iki dünyanın halatlarını birbirine düğümlemek tutkusu kaçınılmaz olur. İki dünyada da gerçekleşmesine imkan tanınmamış ne varsa onun peşine düşülür artık. Kadınca yaşamanın nesi zorsa o zorluğu aşmak, erkekçe duyuşun neresi yaralıysa orayı sarmak... Bu yolda en büyük yüreklendirme de "belki bir gün sen neşredersin" ya da "belki sen daha iyi idrak edersin" diyen babalardan gelir. Onlar, günü gelince meraklı ve hevesli kızlarının yalnızca kendi hayallerinin bahçelerinde yetiştirdikleri "arzu-yı terakki bostanının çiçekleri" olmadıklarını seve seve kabul edenlerdir, öyle değil mi kız kardeşlerim?"

Fatma Aliye'nin herhangi bir mimikle kolay kolay kırışmayan sabit siması, babasından konuşurken küçücük bir kız çocuğuna dönüşmüştü sanki. Aradan yüz yıl geçse, zaman ve mekan değişse bile insan çocukluk hislerine döner dönmez çocuklaşıyor, yeniden kırılgan ve yeniden acıyan bir ruha bürünüyor demek. Dikkat kesilen Samiha Ayverdi, bu baba ve kız meselesini biraz açmak ister gibiydi:

"Batmayan Gün romanımı yazarken anlamamıştım fakat şimdi söylediklerinizi yazdıklarım üzerinde etüt ediyorum da, o romanımda bir kız çocuğunun iki türlü babanın irfanına muhtaç olduğunu sezmişim ben de. Romanımın karakteri, sizinle aynı ismi taşıyor. Babasının koşulsuz sevgisini doyasıya almış bir kız çocuğu olsa bile, kalbi kadar aklını da doyuracak manevi bir babaya muhtaçtı Aliye. Bu konuda şanslı sayılırdı çünkü büyük babası İrfan Paşa, yaşamı boyunca tuttuğu notlar, yaptığı tablolarla onu ihtiyaç duyduğu alemşümul akla yaklaştırıyordu."

Biliyor musunuz Sevgili Sâmihacığım, babam kendi aklını ve de bahsettiğiniz o âlemşumul aklı oğulcuğuna nakletmek için bir mantık kitabı yazacak kadar hevesliydi. Evde zaten kendisi için kurulan laboratuvarda kimya ve fizik dersleri alırdı ağabeyim Ali Sedat. Babamız bunu kafi görmiyerek mantık öğrenmesi gerektiğine de kanaat getirmiş ve hususi onun adına Miyâr-ı Sedâd başlığıyla bir mantık risalesi bile hazırlamıştı. Ağabeyim de babamızı mahcup etmemiş, takip eden yıllarda Mantık hususunda çok faydalı bir çalışma hazırlamıştı. Peki o sırada ben ne yapıyordum, kimi zaman gizli kimi zaman apaçık benzeri bir nazarı üzerime çekmek, susamış dimağımı aynı damardan beslenmek için yanıp tutuşuyordum. Onların kitaplarını okuyor ve erişebildiğim her kaynaktan istidadım kadarını kotarmaya uğraşıyordum. Kadının o zamanda hâmisiz bir yol yürümesi mümkün miydi? İşte Ahmet Mithat, böyle bir yolda ilk kavalyemdi benim. Babacığımın aklı ve Ahmet Mithat'ın tarzı, en başta kılavuz olmuşlardı bana. Fakat yaşım ilerledikçe, koruyucumun, eşimin ve dahi pederimin karşısında irademi ispat etmeye mecbur olduğumu görmüştüm. Roman yazmak her şeyden önce bu sebeple benim için iradi bir tavırdı. 

Bilmem Udi isimli romanımı okumuş musunuz? Pederi Nazmi'nin musikişinas olarak hayal ettiği ve o niyetle yetiştirdiği Bedia, yazık ki evliliğinden yana bedbahttı. Bir cemiyette görüp hayran kaldığı ve akabinde öğrendiği Ud ile babasından aldığı musiki zevki onun bu bedbaht evliliği için bir berat, bir kurtuluş biletiydi. Romanlarımı yazarken esasen bir hikayeden çok etkilenmiştim. Emevi asıllı edip bir cariyenin hikayesiydi bu. Zelfa nam bu güzel cariyeyi şu beyit ne güzel anlatır: "Zelfa bir yakut tanesidir ki, köylü kesesinden çıkmıştır." Köylü kesesinden çıkmış fakat kabiliyeti ve güzelliğiyle kralların dairelerine dek girebilmiş. Buna rağmen ilk efendisini ve ona duyduğu aşkı unutamamış, sonraki efendileriyle daima bedbaht bir yuvayı paylaşmıştı. Bir kadının ilk aşkını unutması nasıl mümkün olur diye düşünürken işte Muhadarat'ı yazmış bulundum. Udi namlı romanımdaki Bedia'ya esin veren bir kadın da yok değildi. Abbasi döneminin en önemli tamburilerinden Ubeyde el-Tanburiye şahsı ve sanatıyla beni tesirinde bırakan bir başka kadındı. Tanburunun üzerinde şöyle yazdığı rivayet edilirdi: "Muhabbette hıyanetten başka her şey çekilir." İşte bu beyti, romanda zevcinin ihanet oklarıyla sinesi paramparça olan Bedia'nın udu üzerinde nakşetmiştim. Kadınlık, sessiz cidalleriyle bitmez bir kaynaktı benim için. Kadınlığımızın birçok sebeple erişemediği o cihanşümul akıl... Nasıl olur da ona erişebiliriz diye yürekten tasalıydım."

Hava gittikçe soğuyor, Atik Valide'nin avlusunda çınlayan karga sesleri yaklaşan akşamı canhıraş haber veriyordu. Samiha Ayverdi tefekkürle dinliyordu Fatma Aliye'yi. Hâlide Edip'se bakışlarını bazen tebessümle bana çeviriyor bazen de kararan ufka daldırıyordu. Onun sohbete nasıl katılacağını kestiremiyordum. Fatma Aliye, pek fırsat vereceğe  benzemiyordu. Belki sabırsız davrandım fakat sormadan edemedim:

Ya siz, Halide Hanımefendi? Sizin Handan'ınız da benzer bir acıdan, hıyanetten müzdarip olmuştu. Ve nihayetinde her şeyi bilip anlamak için ebediyen susamış o dimağı evrensel akla erişemeden yitip gitmişti, değil mi? Siz Handan'ı kurtarmadınız. Fakat niye? Handan niçin delirerek öldü?

"Hatırlattığın bölümün devamını da ben getireyim sevgili Dürdane İsra. O cümlenin devamında Handan için şunu da ekliyordu Neriman: "...fakat âlim kadınların kuru dimağı değil. Onda bildiği, şeyleri seven, deragûş eden bir şefkat, bir kadın kalbi vardır..." Sanki iki tür ateş yanar içimizde. Biri başkasının akıbetinden kıvılcım nisbetinde bize sıçrayan ve ibret nazarıyla tutuşan ateş. Görüyorum ki, kıymetli Fatma Aliye Hanımefendi, bu ateşin ilhamıyla ve yine bu vicdanla kaleme davranmış. Diğer bir ateşse, bizzat tecrübeyle, ateşin içinde kalan kişinin âh u figânından sonra kor gibi için için yanarak yürekte yer eder. Çoğu âlim kadının kuru dimağında bu iki ateşten de eser yoktur. Ve hem bizden sonraki devri görmüş Sâmiha Hanım hem de Dürdane İsra takdir edeceklerdir ki artık çoğu kadının içinde bu ikinci ateş yanıyor. Kimi bu yangından sonra az da olsa tütecek gücü buluyor, kiminin külleri çoktan arzın zerrecikleri arasına karışmış. Handan, aşkı akla yeğ tutmuştu. Ama aşkı anlayacak akıldan da mahrumdu. Çünkü Nazım'ı reddederken aklı, Hüsnü Paşa'yı koca diye kabul ederken aşkı yanlış anlamıştı. Dikkatli okurlar görecek ki Handan'ın hikayesi benimkine pek benzer. Ben de yanmadan yazamayanlardandım. Fakat Handan'ı kurtarmadıysam da kendi yaşamımı kurtarmaya azmetmiştim, kendimi ne aşka ne de akla kurban etmeye yanaştım. Beni bu kuvvete taşıyan şeyse sanıyorum maksadım oldu.

Maksat... Güneş doğunca idare kandilinin kıymeti kalır mı hiç? İçinden böyle geçirdiğine emindim Sâmiha Ayverdi'nin. Edebiyatın kendinden başka bir maksadı olmaz demekle onların yazdıklarını göz ardı etmek ne büyük haksızlık. Onları yaşamda tutan ve yazma azmini kamçılayan maksatlarının yanında maksatsızlıkla oynatılan kalemin gevezelikten ne farkı var?

Yeni edebiyatımız (Edebiyat-ı Cedide'den bahsediyorum) karamsar ve "oğul takıntılı"dır. Daima "babasızlık/devletsiz-otoritesizlik/tanrısızlık" metaforlarıyla anılan bu yazarların bir lanet gibi peşini bırakmaz oğul takıntıları. Gencecik yaşta yitirilmiş parlak erkek çocuklarının -kimisi hastalıktan yiter, kimisi canına kıyar, kimi de gurbette din değiştirir.- acı gölgeleriyle için için ağlayan bir edebiyattır bu özünde. Münevver bir babadan yine münevver bir oğula devredilemeyen saltanatın acıklı şiiri ve acıklı nesri... Hüseyin Cahid, mirasını (İtalyanca, Fransızca çevirilerini) bu saltanatı sürdürmek umuduyla tek bir başlıkta toplar: "Oğlumun kütüphanesi." Talih, Haluk'un Defterini babası Tevfik Fikret'in hiç ummadığı bir şekilde dürer. Recaizade Mahmut Ekrem'in mahdumu Nijad Ekrem genç yaşta vefat eder ve bir ihtimal olarak kalır. Sanatla sağaltılmış bir ruhun kendi kanından bir başka erke tevarüsüne tuhaftır talih bir türlü müsaade etmez. 

Peki bu münevver babaların adı hiç anılmayan ya da layıkıyla anılmayan kız çocukları... Talihin bu tuhaf oyununu seyretmiyorlar mıydı? Keşke hepsi dikkat kesilseydi bu oyuna. Babalarının kişisel itiraflara dönüşen lirizmlerinden, ağır bürokrasilerinden, süslü yas elbiselerinden sıyrılıp (tıpkı Fatma Aliyeler, Halide Edipler, Sâmiha Ayverdiler gibi) tamamen gerçek dünyaya, çatışmanın tam kalbine nişan alabilseydiler.  Belki aldılar da... Çağlar arası mesafe azalıyor, ok hedefe ha vardı ha varacak.

 

 (Sabit Fikir dergisi Ekim ve Kasım sayılarında yayınlanmıştır.)

20 Kasım 2021 Cumartesi

"Sabah eskimişliğin buzulları burnuma dek geliyor."

İyi mi yapıyorum böyle yabancıları eve getirmekle? 1930'un Arnavutköyü'nde, uzun beyaz elbisesiyle bahar dalları kadar gencecik bir kızın fotoğrafını o tozlu yığınlar arasında görünce, niye kayıtsızlık ya da çabuk sönecek bir ilgi yerine derin bir iç burkulması duyuyorum? Haziranın yirmi altısı diye tarih düşülmüş. Altmış bir yıl ve bir gün sonra ben doğacağım. Düşülen tarihin üzerinden neredeyse bir asır geçtikten sonra fotoğraf benim elime geçecek. "Aziz kardeşim .........."'. Birisi sanki bozuk paranın taraklı sırtıyla karalamış ismi. Şimdi onun aziz kardeşi benim. Böyle düşünürken annem elinde turuncu bir iple odama giriyor. "Bak, fare dişiymiş bu örneğin adı." Masamda  Füruzan'ın okurken yarım bıraktığım öyküsüne dönüyorum: "Bu bahar gününde kapı pencere kapalı oturulmaz a, şarkılı sokağın sakası atına kocaman nazar boncukları almış, Hayriye kız, diyor, ben sıçan dişi yapmayı Mualla abladan öğrendim..." Annemin arkasından sesleneyim diyorum, vazgeçiyorum. Çünkü biliyorum, annem "fare dişi" yapmayı internetten öğrendi. Gün ortasında eskimişliğin buzulları çözülüyor.  Ben örgü örmeyi bilmem ama düş kurmayı, vakıa örmeyi bilirim. Bunu da biraz eski fotoğraflardan biraz da Füruzan Abla'dan öğrendim.





1 Kasım 2021 Pazartesi

Uçan Halıdan Manzaralar: Ruhun ufukları, Kalbin dorukları

Derinleştiği bir masadan kalkıp yalnızlaştığı bir masaya otururken insan, hiç değilse, o masanın şöyle güneş alan bir masa olmasını tercih ediyor. Düşüncelerimiz ne kadar soğuk ve duygularımız ne kadar sıcak... Yaz mevsimini tıpkı bir his, kışıysa çetin bir fikir gibi karşılaşmamız belki bundan. İki kişilik bir masada çay, bir yakıt. Tek kişiyken zorla tutunduğum bir mazeret. Ama oturup çalışmam gerek. Birkaç gün önce New Yorklu bir şairle karşılaştım. Şiirinde hiç durak yok ve elbette ölçüsüz. Ama içinde biraz serin dağ havası almak mümkün. Bahsettiğine göre New York'ta şairler ceplerinde para yerine şiir taşıyormuş ve birbirlerini merdivenden itmek için fırsat kolluyorlarmış. Ama anlıyorum ki onun gözü şairlerden çok ermişlerde. Şiirini biraz bu çağın ermişliğinde mayalıyor. Sonra şöyle soruyor:


"Peki, etrafımızdaki şeylerle kullandığımız kelimeler arasındaki mesafeyi kırmamak için değillerse ermişler ne işe yarar?"