24 Kasım 2019 Pazar

Bergson, nükteci bir ulus tiyatroya düşkün bir ulustur, der. Nükteciler düşüncelerini gelişigüzel simgeler gibi kullanacaklarına bunları kişiler gibi görür, kişiler gibi anlar, kişiler gibi aralarında konuştururlar. bunları sahneye koyarken biraz da kendilerini sahneye koyarlar. Nükteci bir ulus oluşumuzun geçmişte birçok işareti vardı: fıkralar, köy seyirlik oyunları, meddah, orta oyunu... Her biri kendimizi sahneye koyup yine kendimizle yüzleştiğimiz, böylelikle kusurları, aksaklıkları sezip töreyi bir şekilde yoluna koyduğumuz kolektif bir bilinç geliştirebiliyordu. Şimdilerde nükteden ne anlıyoruz?Gülmenin kaynakları eskiyle kıyaslandığında değişenin ne olduğu bir miktar anlaşılabilir belki. Zaman zaman bir dalga gibi nüksetse de artık "etnik tiplere" o kadar da gülmüyoruz mesela. Laz, Arnavut, Rum... Gölge oyunlarında da yer alan tiplerin eskisi kadar gülünç olmaması ne demek peki? Ulus devlet anlayışının dönüştürdüğü şeylerden biri mi yoksa? Ya da etnik olanla ilişkimiz karşılıklı gülemeyecek kadar gerilip koptu mu?Aslında o tipleri etnik olarak tanımlamak bile kendilikten saymamak demek. İlkel bir yol da olsa tiplere gülmek, farklı olana hissiz/duru bir akılla bakarak aslında kendi kendimize gülmek demekti. Sağlıklı bir ötekiyle (kendisine gülünmesinden gocunmayan güçlü tiplerle) karşılaşmak benliğimiz ile aramıza koyduğumuz mesafeyi de açık ediyordu aslında. Şimdi ise gülünç olarak tarif edilene değil gülmenin kendisine gülüyor gibiyiz. Haliyle gülmek bizde bir şeyi düzeltmiyor, bir kusurumuzu açık etmiyor. Duru aklın yolunu terk ederek bilinçsiz bir yankının, boğuk bir çok sesliliğin arasına katılıp dağılıyor. Şu soruları sormadan geçemeyiz artık: "Sahneye konulan kim?" "Gülerken ve güldürürken hangi sağduyuya sesleniyoruz?" Artık kendimiz olduğunun bile farkında olmadığımız sağlıksız bir ötekiye gülüyoruz bana kalırsa. Hatta o ötekinin gülmesine gülüyoruz. Bize gülene gülmenin gülünçlüğü. Şeytani bir kahkahaya katılmak gibi.

Duvarları muntazam biçimde iki renge bölünmüş (yağlı boyanın parlak ve ıslak görüntüsünde öğrencilerin hızla akıp giden ve asla ele avuca sığmayan siluetleriyle) ve pencerelerin hep en uca yerleştirildiği uzun, geniş koridorlarıyla hatırladığım okulları içten içe korkunç buldum. Öğretmenler korkunç insanlardı. Bende saygı, minnettarlık ve hiçbir şey yapmasalar bile hep korku uyandırdılar. Günü geldi ve ben o korkunç insanlardan biri oldum. Saldırganla bir çeşit özdeşleşme belki. Fakat korkum bir türlü geçip gitmedi. Sanıyorum bu sebeple korkumun kökenine inmekten başka yapacak daha iyi bir şeyim olmadığına inandım.

Ne tehditler, ne sıra dayakları, ne rencide edilmek, ne sorumluluk yükleyerek geçirtilen vicdan atakları. Dediğim gibi en müşfik öğretmenlerin bile korkunç insanlar olmasının tek sebebi var: Bir şeyler biliyor olmaları.
(Bildikleri şeyler arasında bilmemenin ne kadar korkunç bir şey olduğu da var mıdır acaba?)

Türkçe ve Edebiyat dersleri veriyor olmamın kendimle yüzleşmede bu kadar faydalı olabileceğini tahmin bile edemezdim. Öğrenciler, Matematik dersinden korkarlar çünkü hem onlara hem de o dersi öğretenlerin genel kanısına göre çok sabır, çok çalışma, çok özveri isteyen zor bir derstir. Fizik, Kimya gibi dersler Matematik temeli ister ve haliyle Matematiği zayıf bir öğrencinin bu derslere olan mesafesi anlaşılabilir şeydir. Tarih, Psikoloji, Felsefe hatta Edebiyat ilgi alanı gibi bir şeydir neticede. Zaten ilgilenen öğrenci için kolay ve cazip, diğerleri için genel kültür derecesinde kafidir. Peki Türkçe? Nasıl başarısız olunabilir ki? Bu dili konuşmuyor muyuz zaten. Nasıl okuduğunu anlayamaz insan, inanılır şey değil. Her dersin izahı vardır da Türkçe'de başarısız olmanın asla!
Bütün bu cümlelerin sonuna parantez içinde kocaman bir ünlem bırakıyorum.

Özel bir okulda öğretmenlik yapmak, öğrenciyle sınıf haricinde birebir ders işleme olanağı da sağlar. İşte bir öğretmenin nasıl korkunç biri olduğunu ve aslında okul denen yerin neden bu kadar korkutucu bir yer olduğunu bu birebir derslerde anlamaya başladım. Sınıf demek, hiyerarşi demek. Anlatan ve dinleyen (roller kimi "örnek" okullarda değişebilir ama neticede rollerdir hepsi.) bilen ve bilmeyenlerin olduğu tuhaf bir yer. Tuhaf olmasının sebebi de bunun kolaylıkla kabul edilen bir şeymiş gibi görünüyor olması. ("Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?") Birebir derste biraz dikkat ve anlama çabasıyla bu tuhaflık kolaylıkla sezilir.

Bir öğrencimle etüt odasındayız. Daha önce anlattığım ve onun da dinlediği bir dersi yeniden anlatmamı istiyor benden. Anlatıyorum. Bir hafta sonra tekrar geliyor. Yeniden anlatmamı rica ediyor. Kendimi işe yaramayan ama işe yaraması için zorlanan bir robot gibi hissediyorum. Bunun böyle gitmeyeceği açık. Üstelik hiçbir bahanemiz yok. Zor bir matematik problemi için kıvranmıyoruz, mesele sırasıyla hatırlanması gereken tarihi olaylar ya da fizik formülleri de değil. Okuyoruz ve anlamıyoruz, mesele bu. Pekala, ben de anlamadım bu okuduğumuzu diyorum, ne yapmalıyız? Öğrencim şaşkın bir halde yüzüme bakıyor. İlk cümleyi okuyorum ona. Bilmediğini tahmin ettiğim iki üç kelime var. Tahminimde yanılmıyorum çünkü bir zamanlar benim de bilmediğim kelimelerdi bunlar: Kozmoloji, yüksünmek, imtina etmek. "Bunların ne demek olduğunu biliyor musun?" Tamam, işte o korku. Şaşkınlığı sildi ve gelip bütün yüzü istila etti. O korkuyu tanıyorum. Bilmemek korkusu. "Bilmemek korkunç bir şey. Ya karşımdaki biliyorsa, elbette biliyor, bir öğretmen o. Peki nasıl biliyor, ben nasıl bilmiyorum, niye bileyim, her şeyi bilemem ki, bilmek sıkıcı, okul sıkıcı, galiba aptalım, hayır değilim, bilmek istemiyorum, bilmek zor, bilmemek "korkunç" ama kolay..."
Neler düşündüğünü tahmin ediyorum. Çünkü o benim. Telefonumdan sözlük açıp ona uzatıyorum. "Benim için bu kelimeleri bulabilir misin, galiba bilemeyeceğim." Elleri titriyor, hem küçümseme hem de merakla bir taraftan espri yaparak rahatlamaya çalışıyor. "Ohoo siz de bilemiyorsanız." Kelimelerin anlamlarını bulup yazıyoruz. İç sesini duyuyorum, "Sanki ilkokul öğrencisiyiz." Sanki bilmemek bir tek ilkokul çağlarına has. İlkokul çocukları gibi yeni kelimeler öğreniyoruz ve cümleyi yeniden fakat bu kez anlayarak okuyoruz. Okulun uzun koridorları yavaş yavaş kısalıyor, birileri yağlı duvarlara kocaman pencereler açmış. Okul bahçesinde daha önce görmediğimiz bir çam, bir akasya ve bir de çınar ağacı var. Biri kaloriferin ısısını mı yükseltti? Sıcacık oldu sınıf. Bu duygu dalgası ne? Bu sıcaklık, emniyet hissi. Bilmek... Karşımdakinin yavaş yavaş bana benzeyen çehresi. Her şeyi bilmeyen ama bilmenin güzelliğini bilen iki kişiyiz şimdi. Bahçede bir çam, bir akasya bir de çınar ağacı var. Şimdi gelip birisi sorsa, rahatlıkla isimlerini söyleyebiliriz. Değil mi? Evet. Ya unutursak? Ne olmuş, birimiz ötekine hatırlatabilir ya da mutlaka bir yerlerde bir hatırlayana rastlarız.