1 Eylül 2021 Çarşamba

Fyodor Dostoyevski ve Gustave Flaubert ile Bir Buluşma



Rus ve Fransız gerçekçiliğinin akla ilk gelen iki ismiyle, Dostoyevski ve Flaubert'le devam ediyoruz "Karşılaşmalar" bölümüne. Dostoyevski'nin 1848'de yayınladığı Kırılgan Bir Yürek öyküsüyle Flaubert'in 1877'de yayımlanan Saf Bir Yürek (Un coeur simple) öyküsünü buluşturmak fikri, bu kuvvetli ruhları tekrar aramıza çağırıp onları bir masada değilse bile bir ağacın altında, karşı karşıya sohbet ederken dinlemek arzusuna götürmüştü beni. Henüz Orta Asya'daydım ve Dostoyevski yakınlarda sayılırdı. Flaubert’e ise yeni bir Doğu seyahati eminim cazip gelecekti. Buhara'da, sıcak bir günde, Emir'in yazlık saray olarak inşa ettirdiği sarayın serin bahçesinde konuk ettim onları. 

Yazgının tuhaf denkliği, her ikisi de 1821 yılında doğmuş ve yine birbirine çok yakın yıllarda hayatlarını yitirmişlerdi. Dostoyevski öldüğünde 59, Flaubert'se 58 yaşındaydı. Yaşadıkları yıllarda birbirlerinden haberdar olup olmadıklarını merak ediyordum fakat onları kişisel meraklarımla meşgul etmek hoş olmaz diye düşündüm. İki güçlü yazarın, "kırılganlık", "saflık", "zayıflık" dedikleri şeyin gerçekte ne olduğunu onlardan duymak, söz konusu öykülerin birlikte okunmasıyla nasıl bir diyaloğun gelişeceğini görmek istiyordum daha çok. 

Üzüm asmalarıyla kaplı uzun çardağın altından sarayın arkasındaki havuza doğru yürümeye başlamıştık. Yarısı kafeslerinde yarısı dışarıda gezinen tavus kuşlarının acı çığlıklarıyla, az ileride aslanlı kapının önünde oturup çekirdek çitleyen saray görevlisi kadının tiz sesi birbirine karışıyordu. Ben, biraz geriden yürüyor, fırsat buldukça süzüyordum onları. Portrelerinden daha farklı görünmüyorlardı. Ölüm, Dostoyevski'ye yaramıştı anlaşılan. İnce derili yüzünde gözleri iki akkor gibi ışıldıyor, merakla sarayın etrafını kolaçan ediyordu.  Flaubert'inse daha dalgın, çok daha solgun bir hali vardı. Önüne bakarak yürüyor, elindeki bastonla ufak taşları dürtüp havuza fırlatıyordu. 

"Duyarlı ruhları acımaya yöneltmek, ağlatmak istemiştim. Çünkü ben de onlardandım."

Gittikçe uzayan sessizliği bozmak istiyordum. "Bayan Roger des Genettes'e yazdığınız mektupları okudum Mösyö Flaubert" dedim. “O mektupların birinde Saf Bir Yürek öykünüzden heyecanla bahsediyordunuz." Yürüyüşümüz patika değiştirmişti. Dostoyevski, kayısı ağaçlarının olduğu tarafa yürüyor, peşi sıra bizi de sürüklüyordu. Flaubert, sağ elini pantolon cebine sokup uzun bıyıklarının altından zar zor seçilen bir tebessümle başını salladı. "Oui Madame, bir haziran günü, öyküm tam da istediğim gibi ilerliyordu. O heyecanla mektuba sarılmıştım. Yıl boyu yalnızdım ve bir değil sanki birkaç adammışım gibi çok çalışıyordum. Önceki yıl, Bouvard ve Pécuchet romanım yani Bilirbilmezler beni öyle bir noktaya dek işgal etmişti ki, neredeyse o olup çıkmıştım. Sağlığım kötüleşmiş, eserim gözümde bir angarya haline gelmişti. Romanda güçlükle ilerliyordum fakat bir yıl sonra bu alaycı metnin uzağında biraz soluklanıp gerçekten hassas, iç burkan bir hikâye anlatmak istemiştim.

Buharalıların "örik darahtı" dedikleri büyük bir kayısı ağacının altında oturuyorduk. Flaubert konuşmasını sürdürüyordu: "Bağlandığına coşkudan uzak bir biçimde bağlanan, taze ekmek gibi yumuşak, dindar ve yoksul bir köylü kadının, hizmetçi Felicite'nin öyküsünü anlatmak bana iyi gelmişti. Önce bir adamı, ardından hanımının çocuklarını, uzaklardan gelen yeğenini, baktığı bir yaşlıyı sonra papağanı Loulou'yu seven Felicite, sevdiklerini yine peş peşe yitiriyordu. En son papağanı da ölünce, onu doldurtuyor ve ölürken de papağanı Kutsal Ruh'la karıştırıyordu." Dostoyevski kaşlarını yukarı dikip doğrudan Flaubert'e bakınca, "Hayır, hayır Mösyö düşündüğünüz gibi alaycı bir öykü değil, tam tersine, çok ciddi ve çok acıklıdır." dedi Flaubert. "Duyarlı ruhları acımaya yöneltmek, ağlatmak istemiştim. Çünkü ben de onlardandım."

"Madam Bovary c'est moi!" dediğiniz gibi Mösyö Flaubert, Felicite'nin de kendiniz olduğunu söyleyebilir misiniz bugün? Yoksa o savunulmayacak kadar öteki, sizden dışarıda, herkesin kucak açabileceği kadar dışarıda biri miydi? Bu soruları sormak için sıramı bekliyordum. Fakat Dostoyevski çoktan söze başlamıştı bile:

Henüz Sibirya'ya sürülmemişken ve henüz yeterince tatmamışken ağzımın acı payını…

Sizi Turgenyev'le olan dostluğunuzdan tanırım Mösyö Flaubert. Siz de dostunuzun ağzından benim "sınırsız kibrimi" işitmişsinizdir eminim. Her halükârda sizi, şu kısacık konuşmanızdan sezdiğim kadarıyla bile başı yıldızlarda gezen Fransız romantiklerine tercih edebilirim. Tüm Fransızlar barikatlarda can verse, nezaket gereği bile olsa değişmeden yıldızların şarkısını söylemeye devam eder onlar, değil mi? 

Henüz Sibirya'ya sürülmemişken ve henüz yeterince tatmamışken ağzımın acı payını, beni bir köylünün dirayetli yüreğinden daha çok ağlatacak şeyin, acıdan değil de saadetten un ufak olmuş yufka bir yürek olabileceğini düşünürdüm. Neredeyse gülünç başlayan fakat gözyaşlarıyla biten bir hikâyenin kahramanı Vasya Şumkov da işte bu düşünceden doğmuştu.”

Yürek acıdıkça katılaşır, nasırlaşır, acıyı sırtlanır da dört başı mamur bir saadet karşısında nasıl böyle zayıf, böyle un ufak olur, hiç düşündünüz mü? Saadet acıdan daha mı çok soluksuz bırakıyor insanı? Dostoyevski bunu sezmişti besbelli. Henüz Sibirya'ya sürülmemişti, birer ikişer yıl arayla yazacağı büyük romanlarını; Yeraltından Notlar'ı, Suç ve Ceza'yı, Budala'yı, Ecinniler'i yazmamıştı. Ama bu büyük romanların nüvesi yazdığı her cümlede ışıldıyordu. Prens Mişkin ile Alyoşa Karamazov’un Hıristiyan alçakgönüllülükleri, Raskolnikov ile Ivan Karamazov’un şeytani gururları, Kirilov’un diyalektik ateizmi, Shatov’un mesiyanik Slavseverliği yanında Vasya'nın zayıf, kırılgan yüreğini nereye koymalıydı? Can kulağıyla dinliyordum:

“İnsanın tabiatında, ‘insan tabiatı’ denen şeyin varlığını yadsıyanların bile kabul edeceği şu dayanıklılık... Istırabın karşısında örselene sarsıla iki tür karşı koyuşla dikiliriz. Acıdan sağ çıkmanın iki yolu; sabır ya da kahırdır Mösyö! Dişlerini sıkarak ya da yüreğinin düğümlerini gevşeterek sabredenleri gördüm. İçlenerek bir de dövünerek, acıyı sapanlarına yerleştirip canı yandığı kadar can yakarak kahredenleri de. Onlar acıya rağmen aklı başında ve hayattaydılar. Saadeti, içini doldururcasına tüm hakikatiyle yaşayan Vasya ise, türünün tek örneği olabilirdi oysa. Eşsiz bir dosta sahipti. Sırf dost olamayacağı için, arzu ettiği yakınlığı düşman olarak kazanmaya çalışan yeraltı insanı gibi kötücül bir adam da değildi üstelik. Coşkuyla, sadakatle, yürekten seviliyordu dostu Arkadiy İvanoviç tarafından. Abartılı, rolleri sıklıkla birbirine karışan, hudutsuz bir dostluğun yanında bir de sevgilisi, ona kendini sadakatle adamış biricik Lizanka'sı vardı. Ve yeteneği, uysallığı, nadir bulunan alçakgönüllülüğünü görerek onu birinci kademe memurluğa yükselten velinimeti, Yulian Mastakoviç'i. Vasya, iyiydi, nazikti Mösyö ama affedilmez şekilde zayıf, affedilmez şekilde kırılgandı. Hayatın ona sunduğu bu sonsuz cömertlik karşısında un ufak olmuştu yüreği. Bir tek kendi başına mutlu olmak ağır gelmiş, bütün gücüyle bu mutluluğa layık olmak, vicdanına huzur vermek için büyük şeyler yapmak istemişti. Elindeki işi söz verdiği tarihte yetiştiremeyecek olmaktan duyduğu ıstırapla, altında ezildiği minnettarlıkla aklını yitirmişti Vasya. Sizin Felicite’nizin saflığı duyarlı ruhlarca affedilebilir, dirayeti yürekler sızlatabilirdi Mösyö, ama benim Vasya’mın mutluluk karşısındaki zayıflığı affedilemezdi!”