31 Ekim 2015 Cumartesi


"do you know where the wild roses grow, so sweet and scarlet and free?"
Her şeyi paramparça edip en ufak parçanın içinde devasa bir çıkmaza girdiğiniz o talihsiz anda, görünmez bir el başınızın üzerinden zarifçe uzanır, sonsuz yaşam genişliğinde kadim bir pencereyi sizin için aralar. Oradan baktığınızda her bir parça yerli yerindedir, tastamamdır, adınızı söylerken diliniz dolaşmaz ve yazgınız asla yormaz sizi. 

28 Ekim 2015 Çarşamba


Şarkının başında ve sonunda, yer yer de içinde tatlı bir gıcırtı duyuluyor. Dinlerken o gıcırtının nereden geliyor olabileceğini düşledim durdum. 

Mesela; sessiz bir öğle vakti üzerinde yürünen verandanın ahşap zemininden. Rüzgarla usul usul açılıp kapanan tahta bahçe kapısından. (Teksas'ın belalı kasabalarından birinde eski bir barın kanatları birbirlerine çarpmaksızın karşılıklı açılıp kapanan yaylı kapısından da olabilir.) Ya da üzerinde ihtiyar bir kadının uyukladığı sallanan sandalyeden. Gece yarısı ahşap kulübenin fırtınaya direnen kirişlerinden. Belki durgun bir denize uzanan meşe iskeleden. Aynı iskeleye yanaşmış boyasız bir kayıktan. Ama en çok da, iki çocuğun gülüşerek sallandığı tahta salıncaklardan. 

-Salıncaklar tam havadayken korkusuzca atladılar ve koşarak gözden kayboldular. 

27 Ekim 2015 Salı

"Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön

Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti

Tutsak ve kibirli -ne gülünç-  
Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez
İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı
Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum

Kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi
Bir şeycik olmadı - Deneyin lütfen - 
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın

Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum"

-Gülten Akın

25 Ekim 2015 Pazar



"Here, Here's simple and happy. That's what I meant to give you."


24 Ekim 2015 Cumartesi

Hemen hep geç kalıyor. Kadife ceketi gelişigüzel düğmelenmiş. Biraz da ıslanmış yağmurda. Üzerinde dipdiri su damlacıkları. Kayan yıldızlar misali ince, parıltılı çizgiler çekerek süzülüyorlar sırtından. Lacivert kadife ceketi, bulutsuz bir gece göğünü anımsatıyor. Seksen sekiz takımyıldızdan her birini seçebiliyorum çıplak gözle. 

Parmağım efsunlanmış gibi kendiliğinden uzanıp dokunuveriyor omzuna. Lacivert gece göğü, tam omzundan kırışıyor. -demek kara delikler böyle böyle oluşuyor- Merakla çeviriyor bana yüzünü. Yüzü, bir geceyi dönen gezegen gibi... Bakışıyoruz, gündüz gözüyle. Şimdi tam burada bir şeyler söylemeli. Dokunarak anlatılmıyor her şey. Ne söylemeli, ne söylemeli? Gözleri ısrarla sormaya devam ediyor.

"Geciktiniz" diyebiliyorum, ürkek, utangaç. Gülümsüyor. Güneş ışınlarının dik açıyla düştüğü bir zaman dilimine geçiveriyoruz. -yengeç dönencesi- Etraftaki tüm gölgeler kısalıp siliniyor. Geceler uzuyor uzuyor ve hatta sünüyor. Artık sıcak, neşeli bir coğrafyadayız. Mızıkalar, solo gitarlar, akordeonlar... Çingene şarkıları, oradan oraya koşturan çocuklar ve elbette ceylanlar. Parıltılı nehrin üzerinden seke seke karşıya geçiyorlar. Her şey yeşil ve göz alıcı. Şimdi tam burada bir şeyler söylemeli. Halbuki dokunarak da anlatılabilir bazı şeyler. Ama bir şey söylemeli, bir şey söylemeli. Gözlerim ısrarla sormaya devam ediyor.

Sessizliği tek bir dudak hamlesiyle aralayıp; "bağışlayın" diyor, "yol hali."



20 Ekim 2015 Salı



Anne Sexton bu kayıtta Chopin dinliyor. Tam bir vecd halinde. Hissettiklerini iştahla anlatırken ara ara konuşmasını iç geçirmelerle bölüyor. Gözlerini yumuyor, dudaklarını ısırıyor. Ve bunun şimdiye dek duyduğu en şehvetli şey olduğunu söylüyor. Şiirden bile iyi. 

Benzer bir haz almak için şüphesiz bir çift uzuvdan fazlası gerek. Ben buna ruhtaki "serin kapı aralığı" diyorum. Müziği kulaklardan çok, bu serin kapı aralığından dinlemeli. Çünkü yaşayan her şey, o aralıktan çok daha derin, çok daha mistik duyuluyor.

19 Ekim 2015 Pazartesi

wild is the wind


Edward Hopper, Eleven A.M., 1926


Vilhelm Hammershoi, Les portes ouvertes, 1900

Bu iki tablo bana Sadık Hidayet'in Diri Gömülen'inden bir bölümü çağrıştırır hep;

"Kendime bin bir türlü işkence ediyordum. Hastalanmak istiyordum. Birkaç gündür hava soğumuştu. Önce çeşmeye gidip, soğuk suyu üzerime açtım, banyonun kapısını açık bıraktım. Şimdi hatırlıyorum. Titriyorum, soluğum kesiliyor. Sırtım ve göğsüm ağrı içinde. Ertesi sabah uyandığımda en küçük bir soğuk algınlığı bile hissetmedim. Yine üstümdeki eşyaları azalttım. Lambayı söndürdüm. Odanın penceresini açtım, soğuk cereyana oturdum. Soğuk rüzgar esiyordu. Zangır zangır titriyordum. Birbirine vuran dişlerimin seslerini duyuyordum."



10 Ekim 2015 Cumartesi

Unutma, sen balık değilsin, ağsın. Çırpındıkça kendine dolanacaksın.

7 Ekim 2015 Çarşamba

The Disappearance of Eleanor Rigby: Them'i izliyordum. Filmin sonlarına doğru "Bir keresinde seni okyanusta kaybetmiştim" dedi babası, Eleanor'a. Bu cümleyi işitir işitmez başımın yukarısında kocaman, sisli bir düşünce bulutu toplandı. Şimdi buraya o bulutun içindekileri yazacağım, çünkü burası bunun için var.

Her ne kadar anne-baba nutuklarını dinlemek bir yerden sonra sıkıcı gelse de, ikisinden biri böyle bir cümle kurduğunda hemen kulak kesilirim. "Bir keresinde Bursa'da kaybolmuştun.", "Bir keresinde seni misafirlikte unutup eve gelmiştik." Böyle cümleler, gittikçe farkına daha fazla vardığım hayatımdaki o karanlık noktaları aydınlatacak, flu resimleri, karıncalı görüntüleri, cızırtılı sesleri pürüzsüz hale getirecek sihirli cümleler gibi gelir bana. Kendi başlangıcını, uzak-yakın geçmişini senin yerine hatırlayan anne ve babandan ya da başkalarından duyacağın birkaç sihirli cümleyle şimdiyi ve yarını yorumlamak istersin. -demek ben o yüzden misafirlikten hoşlanmıyorum. demek o yüzden her defasında Bursa'da kaybolacakmış hissine kapılıyorum.-

Tek yaptığımız bu aslında. Yaşarken o yaşamın bir çoğunu da gözden kaçırıyoruz. Birileriyle yakınlık kuruyoruz çünkü gözden kaçırdığımız şeyleri çoğu kez onlar yakalıyor. Eksik parçalarımızın hep başka ellerde olduğu gerçeği... Birine olan yakınlığımız, ondaki eksik parçamızın büyüklüğüyle doğru orantılı.




5 Ekim 2015 Pazartesi

Yalnız yolculuktan dönenlerin değil, alıp başını gidenlerin de anlatacakları vardır.

3 Ekim 2015 Cumartesi

"İlk acılarımızın kaynağı nedir? Konuşmaya tereddüt ettiğimiz anın gerçekliğinde yatar o… İlk defa konuşamadığımız, içimizde sessiz şeyler biriktirmeye başladığımız anda doğdu ilk acılar."

- Gaston Bachelard, Su ve Rüyalar (1942)

2 Ekim 2015 Cuma

Kalabalık geçen bir akşamın sonunda herkes birer birer çekip gidince, şarkıda diyor ya hani, "el ayak çekilince" baş başa kalan yorgun bir çift gibi bakışırız evle. Nasıl da dağılmışız. Giderken en çok kimin bıraktığını bilemediğim o ağır boşluk, kıvamlı sessizlik kulaklarımda uğuldar. Perdelerin kıpırtıları durur. Duvarlarda gölgeler silinir. Yer yer çukurlaşan koltuklar usulca kabarır, eski haline döner. Bir eşi muhtemelen başka odada kalan o malum terlik ilişir gözüme -bir adımını salona, diğer adımını mutfağa atan koca bir dev ağırlamışım sanki- Kalabalıktan pek de hoşlanmayan kitapların nihayet renkleri canlanır, yazıları irileşir, hepsi birer birer kendi hikayesini fısıldar. Kahramanlar, avizenin tavana yaydığı turuncu ışık çemberinde tatlı tatlı oynaşır. Ev yine oda oda kendini doğurur. Başka kokular, başka sesler silinir.
Ve biz, baş başa kalan yorgun çift, kimsecikler yokken nasıl yapıyorsak işte öyle onarırız birbirimizi. Gerçeğin tam kalbinde, yine ve daima  kendi kendimize...