6 Haziran 2021 Pazar

“Sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki? Tokmaksız bir çan gibi!” II

(Carl Gustav Jung, piposunu indirir, yuvarlak çerçeveli gözlüklerine alnına yerleştirip tebessümle konuşmaya başlar.)

Hayatın içinde, kitaplarda, klinik tecrübelerimde "model" sayılabilecek birçok insanla karşılaştım. Dünya üzerinde gayet modern davranan fakat ruhlar dünyasında hâlâ birer mağara adamının çocuğu olan erkekler ve kadınlarla... Öyle ki bazıları gerçekten de kılığına girdikleri şey olduklarına inanmışlardı. Gerçek doğalarını gizlemek için tasarladıkları bir maskeyle tam anlamıyla özdeşleşmişlerdi. Dünyaya samimi bir yüz göstermek sahiden önemlidir dostlarım ancak maskenin ardında olup biten o "özel yaşam"ın yok sayıldıkça kendini daha çok dayattığına şahit oldum. Sizin düşünsel anlamda erkek ve kadın olarak yaklaştığınız meseleye, ben daha ziyade ruhsal açıdan yaklaşıyorum Madam Beauvoir. Bu yüzden onlara eril ve dişil doğanın farklı yüzleri diyorum. Yalnız bu iki doğayı birbirinden kesin sınırlarla ayırmak pek güç. Hiçbir erkek bütünüyle eril değildir, içinde onu inatçı bir gölge gibi takip eden kadınsı bir yan daha bulunur. Bunu "anima" (ruh) ile karşılayabiliriz. Anima, erkeğin iç dünyasındaki karanlık taraftır ve canlılık, esneklik, insanî nezaket o karanlıkta uyur. Kadının iç yaşantısında da durum hiç farklı değil. O da derinlerinde eril bir alana, bir animus'a sahiptir. Madam, iç dünyamıza uyum sağlayamamak, en az dış dünyadaki aptallık ve cehalet kadar ciddi sorunlar yaratan bir ihmaldir, inanın bana. Simya ilminde Güneş ve Ay yalnız göksel cisimler değildirler, onlar ruhanidirler. Güneş, bizdeki eril doğayı karşılar. Bu doğa, ne soğuk, ne gölge, ne ağırlık ne de melankoli bilir. Kısacası ışığın hafifliği vardır onda. Sizin de dediğiniz gibi, diktatörlerin, generallerin, yargıçların, memurların, yasaların, soyut ilkelerin hafifliği. Orada ağır olan gölge yani karanlık genelde eksiktir. İtibar kaygısıyla o gölgenin üstünden tam bir sükûnetle atlayıp geçeriz. Gölgelerin varlığından, yalnızca münzevi saatlerimizde korkarız dostlarım. Nietzsche'yi hatırlayın. Merhamete burun kıvıran ve Çirkin Adam'a (herkes gibi olan sıradan insana) karşı savaşan Nietzsche'nin Üst-İnsan'ını. Gölgesini göremezsiniz onun. Onda itibarı azaltan bir zayıflığa asla yer yoktur. 

Evet, "sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki?" diye soruyordu Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolf'un doktoru ve aynı zamanda bir simyacı olan Michael Maier. Gölgesiz bir güneş neye yarar ki? “Tokmaksız bir çan gibi.” Eski inanışlara itibar eder misiniz bilmem? Bay Musil, siz biraz da olsa ilgilenirsiniz sanıyorum. Ya da ilgili olduğunuzdan haberiniz yoktur.  

(Musil, Doktor Jung'u kısa bir tebessümle geçiştirir. Gözlerini yeniden Simone'un inci kolyesine çevirir ve dikkatle inceler. Bir bezelye tanesi gibi avuçta kolayca ezebilecek gibi duran fakat anlaşılmaz biçimde sağlam görünen inci tanelerini...)

Eski bir inanışa göre, Güneş sağ, Ay ise sol gözümüze tekabül eder. Böyle görürüz ışığı ve gölgeyi, hafif ve ağır olanı, derinde ve yüzeyde kalanı. Yeri gelmişken "Tek gözlü dev" hikâyesini de hatırlatacağım size dostlarım. Masalları boş yere anlatmayız. O tek gözlü dev, biziz. Çünkü ya güneşi gören gözümüzü ya da Ay'a bakan gözümüzü kör etmişizdir vaktinde. 

Hep Güneş'ten bahsettik fakat Ay'ın doğası daha da ilginç. Biliyorsunuz o, her ay kararıp söner. Bazen hilal, bazen yeni ay, bazen dolunay şeklini alır. Bunu kimseden, kendinden bile saklayamaz. Ay'ın bu özelliğine ise "kadının doğaya yakınlığı" deriz işte. (Jung, piposuna biraz daha tütün yerleştirir ve devam eder.) Şimdi, lafı çok da uzatmadan, her ikisine de sahip varlıklar olarak içlerinden birini yok sayar, bir gözümüzü yumar ve yalnızca tekiyle özdeşleşirsek, tam olarak dediğiniz gibi Madam Beauvoir, dünyayı "aşırılık"la cezalandırmış olmaz mıyız?

(Kısa süren sessizliğin ardından Simone, aynı kıvrak üslubuyla yanıtlar.)

Aşırılık konusunda hemfikiriz anlaşılan. Yalnız siz konuşurken kahveniz epey soğudu Doktor Jung. Bu yüzden sizin için bir tane daha söyledim. Bay Musil, sizse epey şanslısınız. Kahvenize güneş vuruyor. Şu Portekizli Kadın hikayesine devam edecek misiniz? Hem o sürede güneş kahvenizin üzerinden çekilir ve belki soğuk, karanlık, melankolik bir kahvenin tadında Ay’ın doğasını da tatmış olursunuz. Fena mı?

"Hâlâ her defasında hissediyordu, ruhunun ruhunu."

Alınlarındaydı Kettenlerin gücü. Fakat alınlardan sessiz sedasız eylemler çıkar. Bizim Ketten Beyimiz de sabahları eyere atladığında, pes etmemenin mutluluğunu hissederdi her defasında. Ruhunun ruhunu hissederdi. Ancak akşamları eyerden indiğinde, yaşanan “aşırılığın” huysuz kasveti çökerdi üzerine. Hiç çaba göstermeden güzel bir şey, adını koyamadığı güzel bir şey olmamak için gün boyu çaba gösterirdi sanki. Uzun yıllardır savaştığı Piskopos, o sinsi herif, Ketten onu zor duruma düşürdüğünde Tanrı'ya dua edebilirdi oysa Ketten sadece yeşeren ekinlerin arasında dörtnala gidebilir, altındaki atın asi dalgalanmalarını hissedebilir, yalnız üzengilerle nezaket ve dostluk yaratabilirdi. 

O güne dek Portekizli Kadın'a yani karısına sadece avdan, maceralardan, yaptığı şeylerden bahsetmişti. Karısının ona doğurduğu iki çocuğu da pek hatırlamıyordu. Fakat onlar uzakta savaşan ve ara sıra şatoya dönen babalarının şanıyla büyümüşlerdi. Nihayet düşmanı Piskopos ölmüş, her şey Ketten Beyi'nin lehine sonuçlanmıştı fakat atıyla evine dönerken Ketten'i bir sinek sokmuştu. Şatoya vardıklarında, zehirlenmiş Ketten ateşler içinde yanıyordu. Yanan geniş bir otluğu andıran bu ateş haftalarca sürdü. Ünlü hekim bile bir şey diyemedi, sadece Portekizli Kadın kapıya ve yatağa gizemli işaretler koydu. Günün birinde Ketten Beyi'nden geriye yumuşak, kızgın külle dolu bir kalıptan başka bir şey kalmayınca ateş aniden düşüverdi. Sanki varlığının bir parçası önden ölmüş ve bir gezgin kafilesi gibi dağılmıştı.

Oysa savaş kurnazlığı, siyasi yalanlar, öfke ve öldürmek daha bildik geliyordu Ketten'e. Eyleme eylemle karşılık verilir, piskopos altınlarına güvenir, kumandan ise aristokrasinin direniş gücüne; emirler açık seçiktir; elle tutulur, gün gibi ortadadır hayat, yana kaymış demir boyunluğun altına mızrağı saplamak, parmağını uzatıp bu şudur diyebilmek kadar basittir. Oysa öteki ay kadar yabancıdır.

Ketten Beyi bu ötekini gizli gizli seviyordu işte. 

Son Söz

Önce Simone ayrıldı masadan, ardından Jung. Ve en son Musil. Onlarla karşılaşmam yıllar önce, başka başka zamanlara rastlar. Hiçbirinin sözleri buradakilerle sınırlı değil. Fakat bu karşılaşmada, benim aracılığımla daha önce hiç duymadığınız şeyler söylediklerine şahit oldunuz. Ben de kendi bilincimizin evreninkiyle nasıl müşterek işlediğine, hemen her düşüncenin daha evvel düşünülmüş olanlarla birbirine tutunarak ilerlediğine yeniden şahit oldum. Hayatta olmayan insanların neler düşündüğünü tahmin edebilmek hiç zor değil. Yaşarken tam olarak neler düşündüğümüzü kendimiz de bilmiyoruz.

Olsun. Duyabilsek yeter. Kendinize ya da bir ötekine ay kadar yabancı mısınız? Yoksa gözünüz mü kamaşıyor her ikisinden?  Düşüncenin hayatta kalma ısrarını duyduğunuz kadar, imgenin yaşamı iplik iplik dokuma arzusunu da duyuyor musunuz? Siz de duyuyor musunuz, yakından veya uzaktan, ruhunuzun ruhunu?

(Sabit Fikir, Sayı 120)

"Oysa öteki ay kadar yabancıdır." I

Şu tuhaf ün, iyi yazarların saatlerine bir türlü yetişemez. Yazının daima gerisinden gelir. Güçlüdür fakat sesi çıkmaz. Yine de cür'et önemlidir. "Benim ünümün (kendimin değil), baskı yapmayan büyük bir yazarın ünü olduğunu söyleme cür'etinde bulunuyorum." diyordu Avusturyalı romancı Robert Musil. Çinli bir deneme üstadı da şöhret için şunları söylüyordu: "...saadeti insan arayamaz, fazilet tam ise o kendiliğinden gelir. Şanın da peşinde koşulamıyor ama insanlar yüzlerini birine çevirince şan da ona kendiliğinden geliyor." 

20. yüzyılın en önemli romancılarından Robert Musil, 15 Nisan 1942 de hayata veda ettiğinde onu tanıyan ve ona gönülden bağlı olanların sayısı yalnızca birkaç dostuyla sınırlıydı. "Yaşayabilmek için önce ölmeyi beklemek epey ontolojik bir marifet!" Küskünlük ve ironiyle karışık böyle yazıyordu bir mektubunda. Ölümünden tam yedi yıl sonra, Londra'daki Times gazetesi hakkında şunları söyleyecekti: "Yüzyılın ilk yarısının Almanca yazan en önemli romancısı Robert Musil çağımızın en az tanınan yazarlarından biri."

Fakat bu kez, kendisine asıl ünü getiren Niteliksiz Adam romanının hemen öncesinde (yani Musil'in "bu kitabın tek suçu kitap olmak" diyerek onun bir kitaptan çok daha fazlası olduğunu söylemeye çalıştığı 'magnum opus'unu yazmadan evvel) yazarlığını bana kalırsa daha kırılgan bir sadelikle ortaya koyduğu bir başka eserinden, Üç Kadın'dan (Drei Frauen, 1924) bahsedeceğim. Dileğim, "Grigia", "Tonka" ve "Portekizli Kadın" isimlerini verdiği bu üç novella arasından özellikle birini, 'Portekizli Kadın' öyküsünü Simone de Bauvaoir felsefesi ve Carl Gustav Jung'un psikanaliziyle randevulaştırmak. Bu randevu, tam anlamıyla üç isim arasında geçen hayali bir masa sohbeti olacak. Her ne kadar onların eserlerinden, şahsi fikirlerinden yola çıkmış olsam da bu düşsel sohbetin kendi kendini var ettiğine, tahlil ya da çıkarım olmaksızın kurmaca bir anlatıya dönüştüğüne şahit olacaksınız. Bilindik yola başvurup öykünün psikanalizini yapmaktan ya da ona felsefi bir izah getirmekten imtina ettim. Çünkü hepsinden önce, bir Robert Musil okuru olarak şunu gayet iyi biliyorum: Bir yazar, sonsuz bir evren karşısında sonlu bir eser vermeyi olanaklı görebilir ancak iyi bir metnin daima genişleyen bir evrenden farksız olduğunu, ona dair her türlü çözümlemeninse güçlü bir imgeyi parça parça standartlaştırmak anlamına geleceğini hatırda tutmak gerekir. Artık burada susuyor ve sözü yazarlarımıza bırakıyorum.

"Neyim ben? Hiçbir şey. Peki ne olmak isterdim. Her şey!"

Baylar, bekletmeyi de beklemeyi de sevmediğim için, size ortak bir buluşma saati verdim ve görüyorum ki hiçbirimiz bir ötekini bekletmemiş. Birer centilmen olduğunuzu kanıtladığınıza göre, sözü ilk olarak benim almamda herhangi bir sakınca görmüyorum. (Jung, piposunu yakar, Musil şapkasını masaya koyar ve geniş alnındaki ter damlacıklarını ipek bir mendille siler.)

Kadını "hep geç kalmak"la suçlayanlar, onda zaman kavramı bulunmadığını sanıyorlar. Oysa zamanın isteklerine nasıl kuzu kuzu boyun eğdiğini hepimiz gayet iyi biliyoruz. Yani gecikmeleri bile biledir. Öyle değil mi, Doktor Jung? (Jung, tebessüm eder.) Bazı hoppa kadınlar, böylece erkeğin arzularını arttıracaklarını düşünürler ama kadın böyle birkaç dakika ya da saat beklemekle, uzun bir bekleme olan yaşamı karşısında duyduğu tepkiyi açığa vurur. Esasen, onun bütün varoluşu bir bekleyiştir. 

(Simone, biraz duraklar. Çantasından zarif bir tabaka çıkarır. Sigarasını parmağına yerleştirdiğinde Robert Musil çoktan çakmağına davranmıştır ancak Simone onu nazikçe geri çevirir.) 

Çakmak yerine kibriti tercih ediyorum Bay Musil, kadın doğası gereği tekniğin bile tabiata en yakın halini yeğliyorum. Kibrit, ateşi taşır ancak oldukça kırılgandır da. Çakmakta ise yakıtın, mekaniğin kısacası erkin şiddetini duyarım.

(Musil, ordudan kalma çakmağını yeniden ceketinin iç cebine yerleştirir ve konuşmaya başlar.)

Bana bir hikâyemi anımsattınız sevgili dostum. Ona Portekizli Kadın ismini vermiştim. Bir okurum yazdığı mektupta bu başlığı yadırgadığını çünkü hikâye boyunca kadından çok bir adamdan bahsedildiğini söylemişti. Ben de ona bir kadını en iyi bir adamın hikâyesi içinde tanıyabilirsiniz demiştim. Sözlerinizden anlaşılıyor ki, bunun aksi de geçerli. (Musil kahvesinden bir yudum alır.) Evet, bahsettiğim bu hikâye geçmişte, Kutsal Roma İmparatorluğu döneminde İtalya sınırındaki Alpler'de geçiyordu. Herr von Ketten isminde savaşçı bir asilzade ile onun Portekizli karısının hikâyesi. Ketten Beyi ne kadar kendini kendinden başka bir yere ait hissetmeyen, gözü pek, savaşçı bir adamsa karısı da o denli gizemli, hiçbir kalıba sığmayan zarif ve büyülü bir kadındı. Ne kocasının iradesini kırıyor ne de ona boyun eğiyordu. Ondaki bu tavır, Ketten Beyi'ni kayıp zavallı bir ruh gibi sessiz sedasız karısının peşinden gitmeye zorluyordu sanki. Yıllar sonra bütün Ketten beylerinin doğup büyüdüğü coğrafyaya Catene bölgesine geldiklerinde Portekizli Kadın sarp dağlarla çevrili bu yeri yadırgamış ancak kısa süre sonra erkeklerin adetleri gibi önceden alışılması gereken bir güzellik olarak görmeye başlamıştı. Birbirine eklenmiş tavus kümeslerini andıran bir şato, kaya üzerinde bir taş yığını, yosun kaplı baş döndürücü duvarlar... Şatonun etrafını çevreleyen dağları kimsenin aşamadığına dair bir rivayet de duymuştu. Orada bir dağı aştığınızda bir başkasıyla karşılaşırdınız ve bu sonsuz bir uğraşa dönerdi. Dostlarım, insanın birini, daha doğrusu kendini tanımaya çalışması da böyle değil midir biraz? 

(Soru, Jung ve Beauvoir'ı kulak kesildikleri hikâyeden sıçratır. Simone tüm dikkatini Musil’in iki kaşı arasında toplar ve uyuyan bir insanın üzerinden atlar gibi karşısında oturan bu geniş alınlı adamın cümlelerinin üzerinden atlayarak konuşmasına devam eder.) 

Bay Musil, nasıl ki toplum doğayı kendine uşak eder, doğa da toplumu baskısı altında tutarsa her şeye gücü yeten, dünya sorunlarına açıklık getiren muktedir erkek dünyasını gizliden gizliye baskısı altında tutan da bu kırılgan kadın doğası olur işte. (Derin bir iç çeker.) Ah, ana karnında insanî biçime dönüşen o kan çileğindeki gizi gerçekte hiçbir matematik eşitliğe dökemezsiniz! Eh, bu açıdan bakarsak kadının erkekten üstün mü, aşağı mı yoksa ona eşit mi olduğunu ileri süren kıyaslamaların boşluğu kolayca ortaya çıkıyor. Fakat içerlediğim şeyi söylemeden edemeyeceğim. Çünkü kendi kendimi de biraz hayal kırıklığına uğrattım. Erkeğin yaşantısı akılcıdır, bilirsiniz. Fakat o yaşantıda birtakım boşluklar, gölgeler de vardır. Kadınınkiyse kendi sınırları içerisinde oldukça karanlık ama dolu ve tamdır bana göre. Bu doluluk kadına belli bir ağırlık da verir. Diktatörlerin, generallerin, yargıçların, memurların, yasaların, soyut ilkelerin hafifliği yoktur onda. (Erkekleri etrafta koşturup kılıçlarını savuran çocuklar gibi görürüz çoğu kez.) Kadının hoppalığı bile bir karşı koyuş, bir yadsımadan kısacası bir oyundan ibarettir. Erkeği kendi oyun sahasına çekebilse bütün soyut ilkelerin hafifliğini gösterebilirdi ona. Her ilkenin, her değerin, var olan her şeyin iki anlamlılığını gözleri önüne serebilirdi. Fakat her nasılsa, hep olan o şey oluyor. Karanlık doluluğu bir yerde bırakıp eylem halinde o aydınlığa koşmak; verili olanla, dayatılanla benzer bir tutum takınmak durumunda kalıyoruz her seferinde. Ve sanki kadınlar ve erkekler olarak sonunda  aşırıya, daima aşırıya kaçıyoruz. (Jung, cebinden bir kâğıt ve kalem çıkarır, Simone'un konuşması sürerken tuhaf bir diyagram çizmeye koyulur. Musil ise onu dalgın bir dikkatle dinlemeye, boynunda üç sıra halinde dolanmış incileri seyretmeye devam eder.) İşte beyler, nihayetinde bir Feministim. Hem kendimin farkında hem de imkânsızlığında bir kadın olarak eyleme durdum. İtiraf edeyim, beni zaman zaman hayal kırıklığına uğratan asıl şey, içerisinde uykuya daldığımız o aşkınlık fikri ya da muktedirlerce yazılmış bir tarih değil “aşırılık”ın kendisi oldu. Teoride savunduğum bazı şeyleri pratikte çok defa ihlal ettim. Yalnız bunu hiçbir zaman yüksek sesle dile getirmedim. Şimdi, bizi burada toplayan yazarın düşsel daveti sayesinde, bu küçük cemiyet içinde bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Erkeklerin dünyasında itiraf, zayıflığın ya da baştan çıkarmanın bir türü olarak belirlenmiş çoktan. Kısacası baylar, tarihin şekillendirdiği ikinci bir cins, ben karşısında bir öteki, kısaca kadın olmak bana yansızlığı, açık sözlülüğü öğretti. Koşullarsa alçak gönüllülüğümü kendime saklamayı... 

“Sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki? Tokmaksız bir çan gibi!”

(Carl Gustav Jung, piposunu indirir, yuvarlak çerçeveli gözlüklerine alnına yerleştirip tebessümle konuşmaya başlar.)

Madam Beauvoir, Bay Musil… İzninizle meseleyi konuşmamızın en parlak imgesinden yani kibritten devralmak istiyorum. Biliyor musunuz, Bollingen'de inşa ettiğim evime yüzyıllar öncesinden bir konuk çıkagelse o taş duvarlar, odun yığınları, el işçilikleri arasında teknik anlamda şaşıracağı tek yenilik olarak yalnızca bir kibrit kutusu bulabilir. Ateşi, daha doğrusu gücü taşıyan kırılgan bir teknik. Ne müthiş imge! 


(Sabit Fikir, Sayı 119)


2 Haziran 2021 Çarşamba

İthaf

Seni kurtaramamıştım, 

Sen kulak ver bana. 

Bu yalınkat sözlerimi anlamaya çalış 

Çünkü bir başkası utandırır beni.

İnan bana, söz sihirbazlığı yok bende.


Beni güçlendiren, ölüm demekti senin için

Bir çağa veda ile bir yeni çağın başlangıcını karıştırdın, 

Ve nefretin ilhamı ile şiirsel güzelliği, 

Kaba kuvvetle narin düzeni. 


İşte sığ Polonya ırmaklarının vadisi. 

Apak sisin içine 

Atılmış upuzun bir köprü. 

İşte yıkık bir kent. 

Rüzgâr senin mezarına martı çığlıkları serpiyor 

Ben konuşurken seninle. 

Şiir nedir ki kurtarmazsa

Ulusları, insanları?

Resmi yalanların suç ortağıdır, 

Az sonra gırtlakları kesilecek ayyaşların şarkısı, 

Liseli kızlara eğlencelik 

Güçlü şiire özlem duydum ya ne olduğunu bilmeden, 

Yararlı amacını geç öğrendim ya.

Kurtuluşumu işte bunda buldum, yalnız bunda. 

Darı ve haşhaş tohumları dökerlerdi mezarların üstüne 

Kuş biçiminde gelen ölüleri beslemek için.

Bu kitabı buraya ben senin için koydum. 

Sen eskiden yaşamıştın. 

Bir daha bizi ziyaret etme diye. 


- Czeslaw MILOSZ