Bergson, nükteci bir ulus tiyatroya düşkün bir ulustur, der. Nükteciler düşüncelerini gelişigüzel simgeler gibi kullanacaklarına bunları kişiler gibi görür, kişiler gibi anlar, kişiler gibi aralarında konuştururlar. Bunları sahneye koyarken biraz da kendilerini sahneye koyarlar. Nükteci bir toplum oluşumuzun geçmişten beri birçok işareti var: fıkralar, köy seyirlik oyunları, meddah, orta oyunu... Her biri kendimizi sahneye koyup yine kendimizle yüzleştiğimiz, böylelikle kusurları, aksaklıkları sezip töreyi bir şekilde yoluna koyduğumuz kolektif bir bilinç geliştirmeye yarıyordu. Şimdilerde nükteden ne anlıyoruz?
Gülmenin kaynakları eskiyle kıyaslandığında değişenin ne olduğu bir miktar anlaşılabilir belki. Zaman zaman bir dalga gibi nüksetse de artık "etnik tiplere" o kadar da gülmüyoruz mesela. Laz, Arnavut, Rum... Gölge oyunlarında da yer alan tiplerin eskisi kadar gülünç olmaması ne demek peki? Ulus devlet anlayışının dönüştürdüğü şeylerden biri mi yoksa? Ya da etnik olanla ilişkimiz karşılıklı gülemeyecek kadar gerilip koptu mu? Aslında söz konusu tipleri etnik olarak tanımlamak bile kendilikten saymamak demek olmaz mı? İlkel bir yol da olsa tiplere gülmek, farklı olana hissiz/duru bir akılla bakarak aslında kendi kendimize gülmek demekti. Sağlıklı bir ötekiyle (kendisine gülünmesinden gocunmayan güçlü tiplerle) karşılaşmak benliğimiz ile aramıza koyduğumuz mesafeyi de açık ediyordu aslında. Şimdi ise gülünç olarak tarif edilene değil "gülmenin kendisine" gülüyor gibiyiz. Haliyle gülmek bizde bir şeyi düzeltmiyor, hiçbir kusurumuzu açık etmiyor. Duru aklın yolunu terk ederek bilinçsiz bir yankının, boğuk bir çok sesliliğin arasına katılıp dağılıyor.
Şu soruları sormadan geçemeyiz artık: "Sahneye konulan kim?" "Gülerken ve güldürürken hangi sağduyuya sesleniyoruz?" Artık kendimiz olduğunun bile farkında olmadığımız sağlıksız bir öteki'ye gülüyoruz bana kalırsa. Hatta o ötekinin gülmesine gülüyoruz. Bize gülene gülmenin gülünçlüğü. Şeytani bir kahkahaya katılmak gibi.