7 Şubat 2025 Cuma

Yakut kayalar

Deniz ikimizin bakışlarında benzer bir şeyi ortaya çıkardı. Vapurun terasında, iki kadın, annem ve ben, yan yana Boğaz'ı seyrederken sanırım içimizde durmuş, bu zamana dek akmamış, kurumuş tıkanmış bir şeyi, özden doğan gerçek bir merhameti gözlerimiz ele verdi. Birbirimize müşfik olmayı öğrendiğimiz ya da bunun mümkün olabileceğini, bunu birlikte birbirimiz için yapabileceğimizi sezdiğim ilk an, o fotoğrafta, birbirine çok benzeyen gözlerimizle göz göze geldiğim andı...

Ben anneme benziyorum dediğim ve bunu söylerken de kendim gibi hissettiğim o eşsiz kabul ânı...

Annem, senelerce, kendine duyamadığı haliyle bana da veremediği şefkati, (yüze ve bakışa yansıyan şefkatten, kıvamını bulmuş bir süt gibi kaynayıp taşan şefkatten bahsediyorum çünkü bunun dışında eşsiz bir bakım verendi annem) benim bakışlarımda da  uzun zaman sönmüş bir kandil gibi duran özlem dolu o sıcaklık beklentisini, yine benim aracılığımla, kendime duymayı öğrendiğim şefkatle ve ondan gelecek acıyı göğüsleme pahasına ona yaklaştığımda verebildi.

Bu sakin kıyıya varana dek defalarca med-cezirler yaşayıp, benliğimizden yontulmuş granit kayalara çarpa çarpa geri çekildik. Çok kere. Çok kere birbirimize sarıldık ve çok kere birbirimize acı verdik. Ben o olmamak için uğraşmakla acı çektim, oysa benim bu korkunç çabama şahit olduğu ve benim sevemediğim o benlik kayalığını özde kendi de kabul edemediği için acı çekti. 

Sonra ben sakin bir kıyı buldum. Dalgalarım annemin kıyılarından çekildi ve oraya vardı. Coştu ve taştı, köpürdü ve bulandı. Çırpındı ve duruldu. İçimden çıkarıp attığım gemi enkazlarını, incileri, mercanları, ölü balıkları o sahil kabul etti. Yağmalamadı, ayırmadı, öylece bıraktı. Ben o tanrısal sahilde, içimi varıyla ve yoğuyla görebildim. Enkazdan ganimetler ayıkladım, ölü balıkların yasını tuttum, incileri ve mercanları fark ettim. Güneşin altında parlayacakları güvenli bir yere dizdim. Sık sık bir vapurla annemin kayalıklarını ziyaret ettim. Kuru, cansız, heybetli, yalnız... Orada beni özenle karşıladı, her seferinde el salladı, hoş geldin dedi, yataklar serdi, sofralar kurdu. Ama kayalıkların üzerinde durmak hep can acıtıcı, hep düşmek korkusuyla iç içeydi. Kendi sahilime hüzünle döndüm defalarca. Onu kayalıklardan indirdim, kendi sahilime getirdim, olmadı. İncecik kadife kumlar, o sakinlik, onca inci ve mercan, üzdü onu. Benimkiler nerede dedi? Beni bu yalçın kayalıklarda kim unuttu böyle? Bir med-cezir daha. Annem yeniden o yakut kayalara savruldu. 

Fakat bu kez kaptanı kalp olan bir gemiyle yola çıktım, bana hasretle el salladığı o kayalıklardan yavaşça, sabırla indirdim onu. Birlikte bir gemiye bindik ve herhangi bir kıyıya varmadık. Denizde, ufka doğru, yan yana sessizce durduk. İkimiz de özgür hissettik... Su, bir ana rahmi gibi bizi cömertçe içine aldı. Ufuk bizde yeni ve başka hayaller uyandırdı. Rüzgar bir anne eli gibi tenimizi okşadı. Ve gözlerimizde aradığımız o sıcaklığı zaman bize geri verdi.


18 Kasım 2024 Pazartesi

Kahkaha kimden yana?

Bergson, nükteci bir ulus tiyatroya düşkün bir ulustur, der. Nükteciler düşüncelerini gelişigüzel simgeler gibi kullanacaklarına bunları kişiler gibi görür, kişiler gibi anlar, kişiler gibi aralarında konuştururlar. Bunları sahneye koyarken biraz da kendilerini sahneye koyarlar. Nükteci bir toplum oluşumuzun geçmişten beri birçok işareti var: fıkralar, köy seyirlik oyunları, meddah, orta oyunu... Her biri kendimizi sahneye koyup yine kendimizle yüzleştiğimiz, böylelikle kusurları, aksaklıkları sezip töreyi bir şekilde yoluna koyduğumuz kolektif bir bilinç geliştirmeye yarıyordu. Şimdilerde nükteden ne anlıyoruz? 

Gülmenin kaynakları eskiyle kıyaslandığında değişenin ne olduğu bir miktar anlaşılabilir belki. Zaman zaman bir dalga gibi nüksetse de artık "etnik tiplere" o kadar da gülmüyoruz mesela. Laz, Arnavut, Rum... Gölge oyunlarında da yer alan tiplerin eskisi kadar gülünç olmaması ne demek peki? Ulus devlet anlayışının dönüştürdüğü şeylerden biri mi yoksa? Ya da etnik olanla ilişkimiz karşılıklı gülemeyecek kadar gerilip koptu mu? Aslında söz konusu tipleri etnik olarak tanımlamak bile kendilikten saymamak demek olmaz mı? İlkel bir yol da olsa tiplere gülmek, farklı olana hissiz/duru bir akılla bakarak aslında kendi kendimize gülmek demekti. Sağlıklı bir ötekiyle (kendisine gülünmesinden gocunmayan güçlü tiplerle) karşılaşmak benliğimiz ile aramıza koyduğumuz mesafeyi de açık ediyordu aslında. Şimdi ise gülünç olarak tarif edilene değil "gülmenin kendisine" gülüyor gibiyiz. Haliyle gülmek bizde bir şeyi düzeltmiyor, hiçbir kusurumuzu açık etmiyor. Duru aklın yolunu terk ederek bilinçsiz bir yankının, boğuk bir çok sesliliğin arasına katılıp dağılıyor. 

Şu soruları sormadan geçemeyiz artık: "Sahneye konulan kim?" "Gülerken ve güldürürken hangi sağduyuya sesleniyoruz?" Artık kendimiz olduğunun bile farkında olmadığımız sağlıksız bir öteki'ye gülüyoruz bana kalırsa. Hatta o ötekinin gülmesine gülüyoruz. Bize gülene gülmenin gülünçlüğü. Şeytani bir kahkahaya katılmak gibi.

26 Kasım 2022 Cumartesi

Fish of Oneself

Bir avuç su, bir dolu yaşam... Ama nereden gelir bu yaşantılar? Toprağı kazdım ve bir küçük gölet kurdum. Tıpkı, bir haritada gerçeğinden daha küçük görünen göller gibi, benim göletim de gökyüzünü anlatan küçük bir su parçası. Bazen tutkulu mavi, bazen düşünceli gri ve geceleri yalnız ışıltısıyla fark edilen bataklık karası.

Bir balık yetiştirebilirim orada. Böyle düşündüm. Her suda mutlaka bir canlı yaşar. Yaşasın o halde. Kendiliğinden var olsun. Kendiliğinden balık. Bekleyişimin yedinci senesinde bu yıllığı tuttum.

Kendiliğinden Balık 'ın yedi senelik güncesi.

1. Sene: Göl, durgundu. Hiç taş sekmedi üstünde, hiçbir dalga belirmedi, kıyı kendini ona duyurmadı. Gök onu cömertçe doyurdu. Yağmur sanki gölün içinden yağdı. Sazlıklar ondan habersiz nefes aldı, aşıkların dudaklarına ney kesildiler. Yaban ördekleri, karabataklar, kuğular... Gökten seyrettiler onu, gölün şeffaf yüzüne dokunacakları günü düşlediler.

2. Sene: Göl, yosunlandı. Yaşam başka türlü başladı. Duran her şeyin içinden yükselen yeşil, koyulaştı, koyulaştı. Saçaklarına başka balıklar gizlendi. Nereden geldi bu balıklar? Ördekler, karabataklar düşlemekten sıkıldı, perdeli ayaklarıyla gölün şeffaf yüzünü yaraladılar.

3. Sene: Göl, bulandı. Ölüm başka türlü geldi. Bir kuğu, apak boynunu büküp uzandı göle. Başı suyun içinde, gövdesi su yüzünde öylece kalakaldı. Gölün ilk kez kıyıdan haberi oldu. Kuğuyu kıyının kucağına bıraktı. Balıklarda bir telaş başladı. Bir akbaba gölgesi belirdi gölün bulanmış çehresinde. Göl, gözlerini yumdu tüm bu olan bitene. Balıklar kuğudan kalanlarla bir şölen başlattılar.

4. Sene: Göl, karardı. Gece başka türlü yaklaştı. Gökten inmedi, dipten yükseldi ve gölün yüreğine yerleşti. Dışarıda bir yaşam mı vardı? Kıyıdan ne haber getirdi kayıklar? Sazlıkların diplerinde su yılanları, çocukların pembe ayaklarına dolandı, korkuttular onları. Gelmezler bir daha, gelmeyecekler. Göl, kuğularını yitirdiği gibi yitirdi çocukları.

5. Sene: Göl, buz tuttu. Kış, tıpkı bir ateş gibi sıçradı göle, bir kıvılcım gibi tutuştu kristaller, boydan boya sardılar gölün yüzünü. Kıyıda her şey çekip gitti, yerine beyaz yükseltiler bıraktılar. Çamlar, bir süreliğine terk edilen evlerde, üstlerine beyaz çarşaf çekilmiş eşyalardan farksızdılar. Birden, bir çocuk belirdi beyaz yükseltiler arasından. Göle yaklaştı, çantasını onun soğuk yanağına dayadı. Bir çift kırmızı pabuç çıkardı ve giydi. Gölün üstünde kayarak ilerledi, yavaş ve temkinli. Gölün içi gıdıklandı, soğuk yüzü seyirdi, titredi. Çocuk, korktu gölden yükselen çıtırtılardan. Ama durmadı, başladı kaymaya. Gölün yüzüne çizikler bırakarak döndü döndü döndü... Gölgesi gölün içinde belirdi, onunla beraber kıvrıldı, sıçradı, durdu. Gölün karşısından bir bekçi düdüğü duyuldu. Çocuk, pabuçlarını çantasına koydu, geldiği beyazlıkların arasına karıştı. Gölün yüzünde, yalnızlıktan derin yarıklar oluştu.

6. Sene: Göl, unuttu. Unutuş ona bir kıpırtı bahşetti. Bir gölge geziniyordu içinde, bir çocuk mu bir balık mı olduğunu ayırt edemediği bir gölge, belki balık, kendiliğinden balık... Yaşamı çoğaltan, kıyıdaki otları yeşerten, sazlıkları neşelendiren bir balık. Yusufçukları, kelebekleri, sinekkuşlarını çağıran, ince kayıklarla gezinenlere aşk sözleri fısıldayan, durulayan, her şeyi tek tek durulayan bir balık. Gölün yüzüne aşktan sağanaklar yağdı.

7. Sene: Kendiliğinden Balık'ın şarkısını duydunuz mu? Onun destanını çürüyüp tekrar yeşeren sazlıklar yazdı. İçli kamışlar besteledi, göçmen kuşlar uzak diyarlara taşıdı. Bir avuç su, bir dolu yaşam... İşte buradan geldi bu yaşantılar. 

Yaşam her gölde, bir gölge gibi beliren o balıkla başlar...

31 Ekim 2022 Pazartesi

"Oyalanmasız bir düşünce"

"Karanlıkta, kendi ışığını daha iyi görür. Yalnızlık onu münferit düşünceye götürür, oyalanmasız bir düşünceye, yükselen ve yücelirken saf sükûnete eren bir düşünceye götürür."

"Dikey zaman yükselir. Kimi zaman düşer de. Poe'nun Kuzgun'unu okumayı bilenlere geceyarısı artık hiç yatay olarak gelmez. Ruhun içinde alçalır da alçalır... En dibe, on ikinci vuruşa, on ikinci yaraya, on ikinci anıya dek dalma cesaretine sahip olduğum geceler enderdir... Çok geçmeden dönerim yüzeysel zamana; zincirlerim kendimi, tekrar zincirlerim, yaşayanlar arasına, yaşama dönerim. Yaşamak istiyorsak, hayaletlerimize mütemadiyen ihanet etmeliyiz..."


- Gaston Bachelard

8 Ekim 2022 Cumartesi

Yaşayan Ölü - Sâmiha Ayverdi

 "Meğer bu güne kadar Seniye ile ben, su ile kadehin yek diğerine ihtiyacı nevinden bir yakınlıkla iç içeymişiz. Bu birleşme ve ihtiyaç hengâmında terkiblerimizin, hamurumuzun başka başka oluşunu fark edememişiz. Şimdi bir fiske geldi bardağı kırdı ve su döküldü. Artık o su ve kadeh birbirleriyle buluşamazlar. Eğer onlar birbirlerinin cinsinden olsalardı, bulutta, gölde, çayırda, denizde gün olup birleşmeleri mümkün olurdu. Korkuyorum, bir sırça gibi ayak altında ezilmekten korkuyorum."


- Su ol, öyleyse Leyla! Su gibi aziz...

20 Ağustos 2022 Cumartesi

Aşk tohumu

Benim aşk tohumum, yeşermek için tutuşan idrâk toprağına, kalbi akla düğümleyen bir elin maharetiyle serpildi. Benim aşk tohumum, ilkin boşluklarıma, yokluklarıma kast eden bir varlık eliydi. Tutup önce eksiklerimi kavradı, bana bir dil öğretti. Benim yarımımla bir başkasının yarımını değil, tam olanı bir başka tam olanla karşılayabilen bir kalp meşrebi tâlim ettirdi. Benim aşk tohumum, yarılıp çatlamak için, ruhların ahitleştiği ilk meclisten bugüne dek hasretle beni bekledi.

Aşk tohumum, hiçbir zerrenin erişemeyeceği o kuytuda bir damla zaferan mürekkebi gibi belirdi. Gözlerimin içinde, bir kan damlası gibi kıpkızıl ve aydınlık ışıdı, öylece billurlaştı. Gözlerimin içini dilsiz bıraktı, dilimi mühürledi, avuçlarımı yalnız onun duacısı olacağım zamanlar için oyup boş bıraktı. 

Onunla dolmaya başladığım an, beni bomboş bıraktı. Bir uykuda, bir düşte beni kendinden çekip ayırdı. Beni yüzünün, beni sesinin yokluğunda sınadı. O, yokluğunda var oldu. Beni acıdan sarhoş, sevinçten budala yaptı. Her ikisinden sonra bir bilge, bilgeden sonra bir hiç, hiçlikten sonra var kıldı. Neyim varsa eksilte eksilte çoğalttı.

Şimdi, yazan bu el, onun şevkiyle yazmaktadır. Şimdi serpilen ne varsa sözcük sözcük, hepsi onun ikramıyladır. Döktüğüm her gözyaşı, onu sulayan bulutun yağmuruyladır. 



21 Nisan 2022 Perşembe

Safiye Erol'la Karşılaşma

Her tuhaf karşılaşmanın bizim gelecekteki dirilmişliğimiz olduğunu, hiçlikten çekip çıkarılışımıza dair, tıpkı birer ulak gibi, karşımıza dikilmiş olabileceğini düşünürüm. Ne gözün kaydı aleladedir ne de kulağınki. Bellek dediğimiz şey yalnız geçmişin mi yurdudur? Hiç sanmıyorum.

Bir şey artık bende kaçınılmaz olmuştu. Gerçeğimin fevkine varmak, daha taşımakla sarhoşu olduğum ezeli bir şarabın kadehini aşkla kırmak, yalnız adını sarf ederek kendimi zengin saydığım hazinenin bizzat aslını son cevherine dek vakfetmek kaçınılmaz olmuştu. Yaşamın tefsirine ne zaman kalkışsam çoktan tamamlanmış bir kitabın idraksiz taklitçisi olduğumu gördüm. Benim yaşamdan okuduğumu içimdeki  öz çoktan o kitaptan okumuştu. Bense, hadsizce, bu yankıyı kendimden biliyor, mağarada çınlayan sesime hayran oluyordum. Fakat işte duvarlara çarpıp gelen tılsımlı sesim, kaynağa, sesin çıktığı o dehşetli oluğa sürükleyip bırakmıştı beni. Kendimi önce kendi yularımdan kurtardım ve oluktan sarkıtılmış o ışıklı ipe can havliyle tutundum. Bir giz balığı gibi derinlerin daha derinine öylece bıraktım kendimi.

Onunla karşılaştığım zaman, işte bu sarsıntılı ruh halindeydim. Kadıköy'ün rıhtımı boyunca dalgın yürüyor, caddenin karşısındaki azgın kalabalığa bakmadan doğruca Moda semtine geçiyordum. Hep yaptığım gibi belediyenin atık su arıtma tesisi boyunca düşünerek Mühürdar'a sapmış, Mühürdar'dan ağlayarak park içine doğru inmiştim. Üsküdar'ın Atik Valide'si ve Selimiye'si nasıl ruhumun doruklarını seyre durduğum mahfillerimse, Mühürdar ve Moda arası da derin dalışlardan sonra satha çıkıp soluklandığım müşfik bir kıyıydı artık benim için. O gün park öyle sessiz, deniz öyle durgundu ki, yukarıda sanki penceresi ardına dek açık bir evde çalan şarkıyı işitebiliyordum: "Hikayeyi tekrar edeyim sana/ gayret gayret hatırlasana/ ilk görüştük senle biz Moda'da/ Moda Moda Moda yolunda." Denize nazır Kadıköy Lisesi'nin önünden geçip yukarıya, çay bahçesine çıkan merdivenlere yöneldim. Daha çıkarken bir tuhaflık sezinledim. O tanıdık plastik masa ve sandalyelerin hiç birisi yok. Kırmızı şemsiyeler yok. Beyaz boyalı bir uçtan bir uca camekanlı dükkan yok. Ressam Şeref Akdik'in 1945 tarihli Mühürdar Bahçesi tablosuna benzer bir manzara var yalnızca. Büyük yemyeşil bir meşe ağacı, etrafında tahtadan, kırmızı ve yeşile boyanmış masa sandalyeler...  Bir yanda karşılıklı oturmuş bir çift. Diğer yanda, sabun köpüğü kadar beyaz yüzünü denize doğru dönmüş, geniş omuzlarına gri bir şal atmış oturan Safiye Erol... Kısa saçlarının şefkatle çevrelediği yüzünü bana dönmeden sanki Mühürdar yolu boyunca karşısında oturuyormuşum gibi birden, sakin bir sesle konuşmaya başlamıştı: 

"Satha çıkabilen her muzaffer dalgıcın ilk bâkir eseri deruni bir ihtizazdır, sevgili kızım. Seni candan tebrik ederim. Titriyorsun, yaklaş şöyle yanıma." 

İhtizaz... Bu öyle bir titreyişti ki söyleyene dek farkına varmamıştım. Öteden beri içimde meçhulden esen sayısız rüzgarın her cepheden yalazladığı mavi, titrek bir alev vardı. Sahiden üşüdüğüm için değil, tutuştuğum için titriyordum. Dostu Safiye Erol'a 'Pirdaşım' diye seslenen Samiha Ayverdi'nin "hasret küçük ateşleri söndürür, büyükleri yangına çevirir" sözü çınlıyordu kulağımda.  Öyle ya, bu bir tabiat kanunuydu. Titreyen ellerimi bacaklarımın arasına gizledim. Alev almış varlığımla onun az sonra bir sırrı fısıldayacak dudaklarına canımın kulağını verdim:

"Çoktandır unuttuğumuz bir şey var sevgili kızım. Eskiler, mistik kahramanlar sırasına sanatkârı da dahil ederlerdi. Yani sanatkar da tıpkı bir mistik kahraman gibi sır denizine dalan ve tekrar satha çıkmaya muvaffak olan biriydi. Öyle derunî bir titreyişi vardı ki onunla yalnız o meçhul derinliklerde geçirdiği macerayı nakledebilirdi. Fakat yazık ki benim yazdığım devirlerde sanatkarın mistik bir seferi olmadığı iddia edildi. Sanat için hüner yeter zannedildi. Adeta laboratuvarda ilmi tetkikin her uyanık insana açık olması gibi, sanatın da herkesin at oynatabileceği bir meydan olduğunu sandılar."

Fener Burnu'nda gün alçalmaya başlamıştı. Denizde ve yüzlerimizde gezinen sedefi bir pembelikle o dakika, içimize dönmüş, suskun bir tefekkür halindeydik. Şurada, yanı başında oturduğum bu serhatli ruh, daha gencecik yaşında gittiği Almanya'dan felsefe doktorası yaparak dönmüş, dostu Ayverdi'nin tabiriyle Garp'ın mürekkebini yalamış fakat Şark'ın geleneğine bağlı kalmıştı. Belli ki daha bir öğrenciyken bu iki medeniyetin mukayesesini yapacak endazeye sahipti. Mukayeseci her dimağ, tez ve antitezden sonra mutlaka bir senteze muhtaçtır. O da dağılmanın son safhasına giren her insan gibi birdenbire sentezi öğrenmiş, yaşayabilmek için bir merkez edinmişti. 1938’de yazdığı ilk roman, bu semtte, Kadıköy'de geçiyordu. Ona “Kadıköyü'nün Romanı” demişti. Diyebilirim ki insanın hakiki sesini böyle yansız duyuran çok az roman vardır. Bu roman bir semti ve biri diğerine aşık üç genci cisimleştirirken derinde bir sentez de örmüştü. Kadıköyü'nün gözde güzeli Bedriye, semtin ele avuca sığmaz, tabiat aşığı, insandan ve bilhassa kadından kaçan delikanlısına yani Burhan'a aşık olmuştu. Necdet'se tüm kalbiyle Bedriye'ye... İsimler değişir, hikayeler aynı kalır. Burhan, baştan ayağı tabiattı, ham erkek tabiatı. Tezini içgüdüyle tesis eden, sonsuz bir arzuyu sonsuz bir irade ile bağlayan kuvvetli bir mahluk. Bedriye, derin kadınca sezişiyle saçından tırnağına dek histi. İçgüdü ve hissin izdivacından ne olursa o gelmişti başlarına. Şiddetle birleştikleri gibi şiddetle ayrılmışlardı. Necdet'in varlığı, yanıp kavrulan bir us, kalple kavgaya girişmiş bir akıldı. Üçü bir arada düşünüldüğünde tabiat, sanat ve hakikatin birer senteziydiler. Safiye Erol’un insan benliğine doğru yaptığı bu ilk derin dalış, yine insana dair neleri ele vermiyordu ki…

Yeri geldi, ikinci romanı, Ülker Fırtınası'nı sordum ona. "Kendimi en çok ele verdiğim romandı." dedi utangaç bir gülümsemeyle. Romanda Nuran, aldığı Batı terbiyesi ve kendine mahsus şahsiyetiyle erişilmez bir kadındı. Fakat kaderin cilvesi, zaman değişse bile ruhundaki pederşahi hakimiyet hırsı dinmeyen, sığlığı nerede biter derinliği nerede başlar bilinmez bir adamı, udi Sermet'i sevmişti. "Atavizm, demiştim Nuran'ın çekildiği o büyük mıknatısa. Ne kadar Batılı, sizin tabirinizle modern yahut enternasyonel olursak olalım sevmelerimizde tüm ırsi sempatilerimiz uyanır, bir Şarklı gibi sevmek ve sevilmek isteriz. Fakat her şey bir temsildir kızım. O gün öyleydi. Eminim bugün de böyle. Nuran yani Nuran gibiler temsil istemezler, aşkın da elemin de hakikisini ararız biz."

Ciğerdelen romanındaki Cangüzel, atalarının aşk destanını boş yere kayda geçirmiyordu demek... İnsan, ‘tamamlayıcı maddeyi bulmadan vücuda gelemeyen kimya terkipleri gibi’, onu kendi varlığı içinde büsbütün tamamlayacak bir köşe taşını bulmadan büsbütün eksik… Bizde, bizim anlayışımızdan üstün bir tabiat unsuru olabileceğini tam oradan nişan alınıp vurulmadıkça bilmeyiz. Ve tekrar o kutsi noktadan vurulmayalım diye şimdinin içinde geçmişin pişmiş tuğlalarını örerek ilerleriz. O pişmiş, olgunlaşmış tuğlalar elbette önceki kuşakların kahrı ve fahrıyla böyle sağlam. Tereddütün ince bir damar olup o tuğlaları çatlatması ne mümkün... Paracelsus'un bir sözünü hatırladım: "Sağlıklı bir akıl, efendisinin iradesi olmadan içine girilemeyendir." Sağlıklı bir kalp de böyledir, diye ekledi Safiye Erol.

Moda sahili, ufku silinecek kadar kararmıştı ki kabloların ucundan sarkan çıplak ampuller ansızın yandı. Omzumu verdiğim sandalye etimi neredeyse kesmiş. Üzerine dirseğimi koyduğum kitabın sayfaları kırışmış. Beni daldığım alemden uyandıran bu akşam, kim bilir kaç sabaha bedel…


Sabitfikir, Mart 2022