Bergson, nükteci bir ulus tiyatroya düşkün bir ulustur, der. Nükteciler düşüncelerini gelişigüzel simgeler gibi kullanacaklarına bunları kişiler gibi görür, kişiler gibi anlar, kişiler gibi aralarında konuştururlar. Bunları sahneye koyarken biraz da kendilerini sahneye koyarlar. Nükteci bir toplum oluşumuzun geçmişten beri birçok işareti var: fıkralar, köy seyirlik oyunları, meddah, orta oyunu... Her biri kendimizi sahneye koyup yine kendimizle yüzleştiğimiz, böylelikle kusurları, aksaklıkları sezip töreyi bir şekilde yoluna koyduğumuz kolektif bir bilinç geliştirmeye yarıyordu. Şimdilerde nükteden ne anlıyoruz?
Gülmenin kaynakları eskiyle kıyaslandığında değişenin ne olduğu bir miktar anlaşılabilir belki. Zaman zaman bir dalga gibi nüksetse de artık "etnik tiplere" o kadar da gülmüyoruz mesela. Laz, Arnavut, Rum... Gölge oyunlarında da yer alan tiplerin eskisi kadar gülünç olmaması ne demek peki? Ulus devlet anlayışının dönüştürdüğü şeylerden biri mi yoksa? Ya da etnik olanla ilişkimiz karşılıklı gülemeyecek kadar gerilip koptu mu? Aslında söz konusu tipleri etnik olarak tanımlamak bile kendilikten saymamak demek olmaz mı? İlkel bir yol da olsa tiplere gülmek, farklı olana hissiz/duru bir akılla bakarak aslında kendi kendimize gülmek demekti. Sağlıklı bir ötekiyle (kendisine gülünmesinden gocunmayan güçlü tiplerle) karşılaşmak benliğimiz ile aramıza koyduğumuz mesafeyi de açık ediyordu aslında. Şimdi ise gülünç olarak tarif edilene değil "gülmenin kendisine" gülüyor gibiyiz. Haliyle gülmek bizde bir şeyi düzeltmiyor, hiçbir kusurumuzu açık etmiyor. Duru aklın yolunu terk ederek bilinçsiz bir yankının, boğuk bir çok sesliliğin arasına katılıp dağılıyor.
Şu soruları sormadan geçemeyiz artık: "Sahneye konulan kim?" "Gülerken ve güldürürken hangi sağduyuya sesleniyoruz?" Artık kendimiz olduğunun bile farkında olmadığımız sağlıksız bir öteki'ye gülüyoruz bana kalırsa. Hatta o ötekinin gülmesine gülüyoruz. Bize gülene gülmenin gülünçlüğü. Şeytani bir kahkahaya katılmak gibi.
Bir avuç su, bir dolu yaşam... Ama nereden gelir bu yaşantılar? Toprağı kazdım ve bir küçük gölet kurdum. Tıpkı, bir haritada gerçeğinden daha küçük görünen göller gibi, benim göletim de gökyüzünü anlatan küçük bir su parçası. Bazen tutkulu mavi, bazen düşünceli gri ve geceleri yalnız ışıltısıyla fark edilen bataklık karası.
Bir balık yetiştirebilirim orada. Böyle düşündüm. Her suda mutlaka bir canlı yaşar. Yaşasın o halde. Kendiliğinden var olsun. Kendiliğinden balık. Bekleyişimin yedinci senesinde bu yıllığı tuttum.
Kendiliğinden Balık 'ın yedi senelik güncesi.
1. Sene: Göl, durgundu. Hiç taş sekmedi üstünde, hiçbir dalga belirmedi, kıyı kendini ona duyurmadı. Gök onu cömertçe doyurdu. Yağmur sanki gölün içinden yağdı. Sazlıklar ondan habersiz nefes aldı, aşıkların dudaklarına ney kesildiler. Yaban ördekleri, karabataklar, kuğular... Gökten seyrettiler onu, gölün şeffaf yüzüne dokunacakları günü düşlediler.
2. Sene: Göl, yosunlandı. Yaşam başka türlü başladı. Duran her şeyin içinden yükselen yeşil, koyulaştı, koyulaştı. Saçaklarına başka balıklar gizlendi. Nereden geldi bu balıklar? Ördekler, karabataklar düşlemekten sıkıldı, perdeli ayaklarıyla gölün şeffaf yüzünü yaraladılar.
3. Sene: Göl, bulandı. Ölüm başka türlü geldi. Bir kuğu, apak boynunu büküp uzandı göle. Başı suyun içinde, gövdesi su yüzünde öylece kalakaldı. Gölün ilk kez kıyıdan haberi oldu. Kuğuyu kıyının kucağına bıraktı. Balıklarda bir telaş başladı. Bir akbaba gölgesi belirdi gölün bulanmış çehresinde. Göl, gözlerini yumdu tüm bu olan bitene. Balıklar kuğudan kalanlarla bir şölen başlattılar.
4. Sene: Göl, karardı. Gece başka türlü yaklaştı. Gökten inmedi, dipten yükseldi ve gölün yüreğine yerleşti. Dışarıda bir yaşam mı vardı? Kıyıdan ne haber getirdi kayıklar? Sazlıkların diplerinde su yılanları, çocukların pembe ayaklarına dolandı, korkuttular onları. Gelmezler bir daha, gelmeyecekler. Göl, kuğularını yitirdiği gibi yitirdi çocukları.
5. Sene: Göl, buz tuttu. Kış, tıpkı bir ateş gibi sıçradı göle, bir kıvılcım gibi tutuştu kristaller, boydan boya sardılar gölün yüzünü. Kıyıda her şey çekip gitti, yerine beyaz yükseltiler bıraktılar. Çamlar, bir süreliğine terk edilen evlerde, üstlerine beyaz çarşaf çekilmiş eşyalardan farksızdılar. Birden, bir çocuk belirdi beyaz yükseltiler arasından. Göle yaklaştı, çantasını onun soğuk yanağına dayadı. Bir çift kırmızı pabuç çıkardı ve giydi. Gölün üstünde kayarak ilerledi, yavaş ve temkinli. Gölün içi gıdıklandı, soğuk yüzü seyirdi, titredi. Çocuk, korktu gölden yükselen çıtırtılardan. Ama durmadı, başladı kaymaya. Gölün yüzüne çizikler bırakarak döndü döndü döndü... Gölgesi gölün içinde belirdi, onunla beraber kıvrıldı, sıçradı, durdu. Gölün karşısından bir bekçi düdüğü duyuldu. Çocuk, pabuçlarını çantasına koydu, geldiği beyazlıkların arasına karıştı. Gölün yüzünde, yalnızlıktan derin yarıklar oluştu.
6. Sene: Göl, unuttu. Unutuş ona bir kıpırtı bahşetti. Bir gölge geziniyordu içinde, bir çocuk mu bir balık mı olduğunu ayırt edemediği bir gölge, belki balık, kendiliğinden balık... Yaşamı çoğaltan, kıyıdaki otları yeşerten, sazlıkları neşelendiren bir balık. Yusufçukları, kelebekleri, sinekkuşlarını çağıran, ince kayıklarla gezinenlere aşk sözleri fısıldayan, durulayan, her şeyi tek tek durulayan bir balık. Gölün yüzüne aşktan sağanaklar yağdı.
7. Sene: Kendiliğinden Balık'ın şarkısını duydunuz mu? Onun destanını çürüyüp tekrar yeşeren sazlıklar yazdı. İçli kamışlar besteledi, göçmen kuşlar uzak diyarlara taşıdı. Bir avuç su, bir dolu yaşam... İşte buradan geldi bu yaşantılar.
Yaşam her gölde, bir gölge gibi beliren o balıkla başlar...
"Karanlıkta, kendi ışığını daha iyi görür. Yalnızlık onu münferit düşünceye götürür, oyalanmasız bir düşünceye, yükselen ve yücelirken saf sükûnete eren bir düşünceye götürür."
"Dikey zaman yükselir. Kimi zaman düşer de. Poe'nun Kuzgun'unu okumayı bilenlere geceyarısı artık hiç yatay olarak gelmez. Ruhun içinde alçalır da alçalır... En dibe, on ikinci vuruşa, on ikinci yaraya, on ikinci anıya dek dalma cesaretine sahip olduğum geceler enderdir... Çok geçmeden dönerim yüzeysel zamana; zincirlerim kendimi, tekrar zincirlerim, yaşayanlar arasına, yaşama dönerim. Yaşamak istiyorsak, hayaletlerimize mütemadiyen ihanet etmeliyiz..."
"Meğer bu güne kadar Seniye ile ben, su ile kadehin yek diğerine ihtiyacı nevinden bir yakınlıkla iç içeymişiz. Bu birleşme ve ihtiyaç hengâmında terkiblerimizin, hamurumuzun başka başka oluşunu fark edememişiz. Şimdi bir fiske geldi bardağı kırdı ve su döküldü. Artık o su ve kadeh birbirleriyle buluşamazlar. Eğer onlar birbirlerinin cinsinden olsalardı, bulutta, gölde, çayırda, denizde gün olup birleşmeleri mümkün olurdu. Korkuyorum, bir sırça gibi ayak altında ezilmekten korkuyorum."
Benim aşk tohumum, yeşermek için tutuşan idrâk toprağına, kalbi akla düğümleyen bir elin maharetiyle serpildi. Benim aşk tohumum, ilkin boşluklarıma, yokluklarıma kast eden bir varlık eliydi. Tutup önce eksiklerimi kavradı, bana bir dil öğretti. Benim yarımımla bir başkasının yarımını değil, tam olanı bir başka tam olanla karşılayabilen bir kalp meşrebi tâlim ettirdi. Benim aşk tohumum, yarılıp çatlamak için, ruhların ahitleştiği ilk meclisten bugüne dek hasretle beni bekledi.
Aşk tohumum, hiçbir zerrenin erişemeyeceği o kuytuda bir damla zaferan mürekkebi gibi belirdi. Gözlerimin içinde, bir kan damlası gibi kıpkızıl ve aydınlık ışıdı, öylece billurlaştı. Gözlerimin içini dilsiz bıraktı, dilimi mühürledi, avuçlarımı yalnız onun duacısı olacağım zamanlar için oyup boş bıraktı.
Onunla dolmaya başladığım an, beni bomboş bıraktı. Bir uykuda, bir düşte beni kendinden çekip ayırdı. Beni yüzünün, beni sesinin yokluğunda sınadı. O, yokluğunda var oldu. Beni acıdan sarhoş, sevinçten budala yaptı. Her ikisinden sonra bir bilge, bilgeden sonra bir hiç, hiçlikten sonra var kıldı. Neyim varsa eksilte eksilte çoğalttı.
Şimdi, yazan bu el, onun şevkiyle yazmaktadır. Şimdi serpilen ne varsa sözcük sözcük, hepsi onun ikramıyladır. Döktüğüm her gözyaşı, onu sulayan bulutun yağmuruyladır.
Her tuhaf karşılaşmanın bizim gelecekteki dirilmişliğimiz olduğunu, hiçlikten çekip çıkarılışımıza dair, tıpkı birer ulak gibi, karşımıza dikilmiş olabileceğini düşünürüm. Ne gözün kaydı aleladedir ne de kulağınki. Bellek dediğimiz şey yalnız geçmişin mi yurdudur? Hiç sanmıyorum.
Bir şey artık bende kaçınılmaz olmuştu. Gerçeğimin fevkine varmak, daha taşımakla sarhoşu olduğum ezeli bir şarabın kadehini aşkla kırmak, yalnız adını sarf ederek kendimi zengin saydığım hazinenin bizzat aslını son cevherine dek vakfetmek kaçınılmaz olmuştu. Yaşamın tefsirine ne zaman kalkışsam çoktan tamamlanmış bir kitabın idraksiz taklitçisi olduğumu gördüm. Benim yaşamdan okuduğumu içimdeki öz çoktan o kitaptan okumuştu. Bense, hadsizce, bu yankıyı kendimden biliyor, mağarada çınlayan sesime hayran oluyordum. Fakat işte duvarlara çarpıp gelen tılsımlı sesim, kaynağa, sesin çıktığı o dehşetli oluğa sürükleyip bırakmıştı beni. Kendimi önce kendi yularımdan kurtardım ve oluktan sarkıtılmış o ışıklı ipe can havliyle tutundum. Bir giz balığı gibi derinlerin daha derinine öylece bıraktım kendimi.
Onunla karşılaştığım zaman, işte bu sarsıntılı ruh halindeydim. Kadıköy'ün rıhtımı boyunca dalgın yürüyor, caddenin karşısındaki azgın kalabalığa bakmadan doğruca Moda semtine geçiyordum. Hep yaptığım gibi belediyenin atık su arıtma tesisi boyunca düşünerek Mühürdar'a sapmış, Mühürdar'dan ağlayarak park içine doğru inmiştim. Üsküdar'ın Atik Valide'si ve Selimiye'si nasıl ruhumun doruklarını seyre durduğum mahfillerimse, Mühürdar ve Moda arası da derin dalışlardan sonra satha çıkıp soluklandığım müşfik bir kıyıydı artık benim için. O gün park öyle sessiz, deniz öyle durgundu ki, yukarıda sanki penceresi ardına dek açık bir evde çalan şarkıyı işitebiliyordum: "Hikayeyi tekrar edeyim sana/ gayret gayret hatırlasana/ ilk görüştük senle biz Moda'da/ Moda Moda Moda yolunda." Denize nazır Kadıköy Lisesi'nin önünden geçip yukarıya, çay bahçesine çıkan merdivenlere yöneldim. Daha çıkarken bir tuhaflık sezinledim. O tanıdık plastik masa ve sandalyelerin hiç birisi yok. Kırmızı şemsiyeler yok. Beyaz boyalı bir uçtan bir uca camekanlı dükkan yok. Ressam Şeref Akdik'in 1945 tarihli Mühürdar Bahçesi tablosuna benzer bir manzara var yalnızca. Büyük yemyeşil bir meşe ağacı, etrafında tahtadan, kırmızı ve yeşile boyanmış masa sandalyeler... Bir yanda karşılıklı oturmuş bir çift. Diğer yanda, sabun köpüğü kadar beyaz yüzünü denize doğru dönmüş, geniş omuzlarına gri bir şal atmış oturan Safiye Erol... Kısa saçlarının şefkatle çevrelediği yüzünü bana dönmeden sanki Mühürdar yolu boyunca karşısında oturuyormuşum gibi birden, sakin bir sesle konuşmaya başlamıştı:
"Satha çıkabilen her muzaffer dalgıcın ilk bâkir eseri deruni bir ihtizazdır, sevgili kızım. Seni candan tebrik ederim. Titriyorsun, yaklaş şöyle yanıma."
İhtizaz... Bu öyle bir titreyişti ki söyleyene dek farkına varmamıştım. Öteden beri içimde meçhulden esen sayısız rüzgarın her cepheden yalazladığı mavi, titrek bir alev vardı. Sahiden üşüdüğüm için değil, tutuştuğum için titriyordum. Dostu Safiye Erol'a 'Pirdaşım' diye seslenen Samiha Ayverdi'nin "hasret küçük ateşleri söndürür, büyükleri yangına çevirir" sözü çınlıyordu kulağımda. Öyle ya, bu bir tabiat kanunuydu. Titreyen ellerimi bacaklarımın arasına gizledim. Alev almış varlığımla onun az sonra bir sırrı fısıldayacak dudaklarına canımın kulağını verdim:
"Çoktandır unuttuğumuz bir şey var sevgili kızım. Eskiler, mistik kahramanlar sırasına sanatkârı da dahil ederlerdi. Yani sanatkar da tıpkı bir mistik kahraman gibi sır denizine dalan ve tekrar satha çıkmaya muvaffak olan biriydi. Öyle derunî bir titreyişi vardı ki onunla yalnız o meçhul derinliklerde geçirdiği macerayı nakledebilirdi. Fakat yazık ki benim yazdığım devirlerde sanatkarın mistik bir seferi olmadığı iddia edildi. Sanat için hüner yeter zannedildi. Adeta laboratuvarda ilmi tetkikin her uyanık insana açık olması gibi, sanatın da herkesin at oynatabileceği bir meydan olduğunu sandılar."
Fener Burnu'nda gün alçalmaya başlamıştı. Denizde ve yüzlerimizde gezinen sedefi bir pembelikle o dakika, içimize dönmüş, suskun bir tefekkür halindeydik. Şurada, yanı başında oturduğum bu serhatli ruh, daha gencecik yaşında gittiği Almanya'dan felsefe doktorası yaparak dönmüş, dostu Ayverdi'nin tabiriyle Garp'ın mürekkebini yalamış fakat Şark'ın geleneğine bağlı kalmıştı. Belli ki daha bir öğrenciyken bu iki medeniyetin mukayesesini yapacak endazeye sahipti. Mukayeseci her dimağ, tez ve antitezden sonra mutlaka bir senteze muhtaçtır. O da dağılmanın son safhasına giren her insan gibi birdenbire sentezi öğrenmiş, yaşayabilmek için bir merkez edinmişti. 1938’de yazdığı ilk roman, bu semtte, Kadıköy'de geçiyordu. Ona “Kadıköyü'nün Romanı” demişti. Diyebilirim ki insanın hakiki sesini böyle yansız duyuran çok az roman vardır. Bu roman bir semti ve biri diğerine aşık üç genci cisimleştirirken derinde bir sentez de örmüştü. Kadıköyü'nün gözde güzeli Bedriye, semtin ele avuca sığmaz, tabiat aşığı, insandan ve bilhassa kadından kaçan delikanlısına yani Burhan'a aşık olmuştu. Necdet'se tüm kalbiyle Bedriye'ye... İsimler değişir, hikayeler aynı kalır. Burhan, baştan ayağı tabiattı, ham erkek tabiatı. Tezini içgüdüyle tesis eden, sonsuz bir arzuyu sonsuz bir irade ile bağlayan kuvvetli bir mahluk. Bedriye, derin kadınca sezişiyle saçından tırnağına dek histi. İçgüdü ve hissin izdivacından ne olursa o gelmişti başlarına. Şiddetle birleştikleri gibi şiddetle ayrılmışlardı. Necdet'in varlığı, yanıp kavrulan bir us, kalple kavgaya girişmiş bir akıldı. Üçü bir arada düşünüldüğünde tabiat, sanat ve hakikatin birer senteziydiler. Safiye Erol’un insan benliğine doğru yaptığı bu ilk derin dalış, yine insana dair neleri ele vermiyordu ki…
Yeri geldi, ikinci romanı, Ülker Fırtınası'nı sordum ona. "Kendimi en çok ele verdiğim romandı." dedi utangaç bir gülümsemeyle. Romanda Nuran, aldığı Batı terbiyesi ve kendine mahsus şahsiyetiyle erişilmez bir kadındı. Fakat kaderin cilvesi, zaman değişse bile ruhundaki pederşahi hakimiyet hırsı dinmeyen, sığlığı nerede biter derinliği nerede başlar bilinmez bir adamı, udi Sermet'i sevmişti. "Atavizm, demiştim Nuran'ın çekildiği o büyük mıknatısa. Ne kadar Batılı, sizin tabirinizle modern yahut enternasyonel olursak olalım sevmelerimizde tüm ırsi sempatilerimiz uyanır, bir Şarklı gibi sevmek ve sevilmek isteriz. Fakat her şey bir temsildir kızım. O gün öyleydi. Eminim bugün de böyle. Nuran yani Nuran gibiler temsil istemezler, aşkın da elemin de hakikisini ararız biz."
Ciğerdelen romanındaki Cangüzel, atalarının aşk destanını boş yere kayda geçirmiyordu demek... İnsan, ‘tamamlayıcı maddeyi bulmadan vücuda gelemeyen kimya terkipleri gibi’, onu kendi varlığı içinde büsbütün tamamlayacak bir köşe taşını bulmadan büsbütün eksik… Bizde, bizim anlayışımızdan üstün bir tabiat unsuru olabileceğini tam oradan nişan alınıp vurulmadıkça bilmeyiz. Ve tekrar o kutsi noktadan vurulmayalım diye şimdinin içinde geçmişin pişmiş tuğlalarını örerek ilerleriz. O pişmiş, olgunlaşmış tuğlalar elbette önceki kuşakların kahrı ve fahrıyla böyle sağlam. Tereddütün ince bir damar olup o tuğlaları çatlatması ne mümkün... Paracelsus'un bir sözünü hatırladım: "Sağlıklı bir akıl, efendisinin iradesi olmadan içine girilemeyendir." Sağlıklı bir kalp de böyledir, diye ekledi Safiye Erol.
Moda sahili, ufku silinecek kadar kararmıştı ki kabloların ucundan sarkan çıplak ampuller ansızın yandı. Omzumu verdiğim sandalye etimi neredeyse kesmiş. Üzerine dirseğimi koyduğum kitabın sayfaları kırışmış. Beni daldığım alemden uyandıran bu akşam, kim bilir kaç sabaha bedel…
-Fahey: Ama kabileden tek kişi oydu. Onun derdi buydu."
Robbie Basho hakkında John Fahey'le yapılan bir röportajdan.
Yazıya başlarken Japon şair Matsuo Bashō'ya ait bir haiku'yu hatırladım: "Tapınağın çanı durur, ama ses yankımaya (duyulmaya) devam eder çiçeklerin taç yaprakları arasında." Kutsalın sesi, bizde böyle yaşar. Sanki dünyanın yaratılışında, bütün doğumlardan önce, henüz bir bedene bir isme doğmamışken duymuşuzdur o sesi ve burada, bilincimizin taç yaprakları arasında çınlamaya devam ediyordur hâlâ. Biz o sesi, birçok şeyle karıştırırız. Sanrılardan katı ve sabit fikirlere, tabulara; ilhamdan vizyona, şiire, notaya kadar çeşit çeşit forma sokarız. Peygamberlerin işittikleri gibi işitemeyiz o sesi. Bizdeki boğuk ve bulanıktır. Bazen cılız, bazen aklımızı alıp götürecek kadar apaçık ve bazen baharda henüz açılan taç yapraklarını huşu ile titreten bir çiçeğin sesi kadar derinlerde...
“Kozmik özlerin lezzetini duyuyorum: doğanın renklerindeki tonu; müziğe atmosferini veren ruh hallerini. Benimki hurmadan yeni bir ısırık almak. Evrenin tadına bakabilmek için."
1940 yılında, Baltimore'da doğmuş yetim bir çocuğun hikayesi bu. Evlatlık alan aile ona Daniel Robinson Jr. ismini verir fakat gerçek adını kimse bilmiyordur. Ta ki o, arayışını müzikle birleştirip ruhunun köklerine doğru yola koyulana dek. Müzisyen arkadaşı John Fahey'nin söylediğine göre 60'larda bir dağın tepesinde uzun bir gece geçirdikten ve çok miktarda peyote (halüsinasyon gördüren bir kaktüs) yedikten sonra kendini Japon şair Matsuo Bashō'nun reenkarnasyonu olduğuna inandırır. Ve "Robbie Basho" işte böyle doğar.
Müziğini 12 telli gitarla ateşler Robbie Basho. Naylon teller aşk şarkılarına uygun olabilir fakat onun çelik telli gitarı, kıvılcım düşürür henüz tutuşmamış ruhlara. Arayışıyla iç içe geçen müziğinin kendine has durakları vardır: Japon dönemi, Hindu dönemi, ve ardından biraz blues… Sonra Amerikan Kızılderili dönemi ve nihayet Pers dönemi. Peşinde bir "özgünlük hayaleti" ile yürür. Özgün olmak, nasıl kişinin kendisine karşı dürüst olmasıyla ilgiliyse, Basho'nun müziği de kendisinin gerçekten sahip olduğuna inandığı geçmiş yaşamları içermesiyle bir o kadar özgün ve otantiktir.
Basho, Cengiz Han için savaşmış bir asker olduğu inancı da dahil olmak üzere birçok geçmiş hayatı olduğuna inanır. Yetim bir çocuk, kendine bir köken bulmak konusunda hayal gücünü sınırsızca işletebilir. The Falconer's Arm isimli albümünde giydiği kostümleri, işlemeli ve püsküllü çizmeleriyle geçmiş yaşamlarındaki rollerini canlandırır adeta. Bu kıyafetlerde kaçışla ilgili bir şey de vardır. Geçmiş yaşamları, çağdaş kahramanları, eski efsaneleri ve mitolojik figürleri özümsemek, onu acısından ve dünyevi varoluşundan uzaklaştırır.
Berkeley'de, herhangi bir mistik amaç için uyuşturucu kullanımına karşı güçlü duruşuyla tanınmış Hintli manevi öğretmen Meher Baba'nın takipçisi, gitarist Hank Mindlin ile tanışır. Ardından Meher Baba'nın California'daki manevi okuluyla bağ kurar. Baba'yı keşfettikten sonra Basho, uyuşturucu kullanan gitar öğrencilerine ders vermeyi dahi reddeder. Çin tıbbı, şifalı bitkiler, akupunktur, masaj gibi çeşitli şifa yöntemlerini dener ve birkaç kiropraktöre gider. Ruhundaki açlık için, bedenini sıkı bir perhize tabi tutmuştur.
John Fahey de dahil olmak üzere çevresindeki çoğu arkadaşı, Basho'nun manevi arayışının biraz şov olduğunu düşündü. Onun müziğini ve şiirini aşırı coşkulu olarak nitelendirdiler. Basho, tekinsiz bir tip olarak görüldü. Yalnızdı. Bazıları onun iki Asyalı kız arkadaşıyla yaşayan bir hanımevladı olduğunu söyledi ve bazıları onun ölene dek bakire kaldığında hemfikirdi. Fakat Basho, kadınlar karşısında ürkekti. Gerçekten aşık olup bir kadınla ömür sürmeyi çok istemişti. Arkadaşı Jones'un dediğine göre Basho, "kadınlarla ilişkilerinde başarılı olmadı çünkü gerçek, onun romantikleştirilmiş versiyonuna hiçbir zaman uymamıştı."
Basho, klasik İran şiirine deyim yerindeyse aşık olmuştu. Mecnun için bir ağıt, Leyla için bir şarkı besteleyecek kadar belki, hakiki aşkın ne olduğunu anlamıştı. Elbette o aşkı Berkeley'de bulamayacağını da...
“Yıllarca yollarda anlamsızca bu türküleri söyleyerek, vaktimi sadece duygulanarak geçirdim. Sonra düşündüm, müziğin bir şeyler söylemesi, bir şeyler yapması gerekiyor. Ve böylece onun ne kadar yükseğe ve güzele gidebileceğini görmeye başladım.”
Basho'nun sinestezisi vardı ve tüm müzik tonlarını aynı zamanda renk olarak görüyordu. Notalarını renklerle adlandırıyordu. Mor gri, klasik blues'du. Koyu mavi, acıklı blues'du onun için. Dini siyah, kasvetli gül, meşe kahvesi, perdahlı karmin, kan kırmızısı, gün batımının cesur hardalı... Onun müziğinin notalarıydı.
"Bilincin tekamülünün başlangıcından bilincin içedönüşünün sonuna kadar, bir bütün hayat boyunca bir çok ölüm sanki tek bir hayattaki birçok uyku gibidir."
Basho'yu da tesirinde bırakan Hintli mistik Meher Baba, bu sözleriyle Basho'nun duraklarını izah eder sanki. İnsan bilinci, tekamül etmeye bir kez başladı mı o bilinç içe yani öze dönene dek sayısız ölüm gerçekleşir. Hayattayken defalarca ölürüz. Ölmeden önce ölürüz. Bütün bu ölümler biricik yaşamımızda daldığımız uykular gibidir. Onlardan tekrar tekrar uyanırız, çözülecek sayısız bilmecesiyle bizi bekleyen yepyeni yaşamlara...
Basho'nun hakiki ölümü, erken gelir. 45 yaşındadır. "Öz" suyu, tattıkça insanı susatan bir içkidir. Onu içtikçe insan kutsaldan zehirlenebilir. Etimiz dünyalı, omurgamız yani iskeletimiz ruhanidir. Biri erir gider, diğeri toprakta bir iz gibi kalır. Dünyevi hastalıklara etimizi, ruhani hastalıklara sinir sistemimiz tepki verir. Ruh, insanın iskeletinden bir elektrik gibi süzülür. Mistikler de kalplerinden sonra iskelet sistemlerinde duyarlar ürpertiyi. Kemiklerinden iliklerine dek sızan öz suyu, zamanla onları kaskatı hale getirir. Basho, belki atlas omurunda duyduğu bu kaskatılığı biraz olsun hafifletmek için bir kiropraktöre yani bir omurga terapistine gider. Tedavisinin bir yerinde terapisti içinde renklerin ve müziğin kaynadığı o başı ansızın, kuvvetle çevirir. Çıkan sesle birlikte Basho bir anda anlamsızca sayıklamaya başlar, boynundaki damarlardan biri yırtılmıştır. Daima arayışta olan bilinci göz kamaştıran bir ışığa doğru fırlatılmış gibi oracıkta kaybolur.
Varlığı bir tohum gibi çatlamıştır Basho'nun fakat müziği hâlâ onu dinleyen ruhların taç yapraklarında usulca yankımaya devam ediyor...