Gerçeklik Denen Safsata
Sainte-Beuve, Madam Bovary eleştirisinde Flaubert'e, "Kitabında eleştirdiğim, iyinin fazlasıyla eksik olmasıdır," diye yazar. Ve devamında lafı şuna getirir: Madam Bovary, üstün zekalı, yüreği kıpır kıpır ve canı fena halde sıkılan bir kadın olarak neden kendini çalışkan bir hayırsever olmaya adamaz?
George Sand de mektubunda hemen hemen aynı şeyi söyler: Flaubert, kahramanlarına karşı beslediği duyguyu neden saklıyor? Neden romanında "kişisel doktrinini" göstermiyor?
Israrla demek istedikleri şey şu aslında, teselli etmiyor, ahlak dersi vermiyorsa tüm bu yazdıkların gerçekte neye yarıyor? Yergilerin neyi onarıyor?
Flaubert ise, ders niteliğinde bir yanıt verir bu eleştirilere. O, romanlarını kendi değer yargılarını iletmek için yazmıyordur. Onun derdi başkadır:
"Ben her zaman şeylerin ruhuna inmeyi istemişimdir."
"Ben her zaman şeylerin ruhuna inmeyi istemişimdir."
Sevgili Milan Kundera, (ki onun romancılığı da en az Flaubert'inki kadar önemli bir okuldur benim için) bir zamanların "sosyalist gerçekçiliğinin" eğitici söylemlerini hatırlatan bu ahlak dersiyle dalga geçmenin çok çekici geldiğini söyler açık yüreklilikle. Ne yalan söyleyeyim bana da inanılmaz çekici geliyor.
Peki, biz Flaubert'den bu yana şeylerin ruhuna ne kadar inebildik? Ve şimdilik ne bulduk orada?
Şöyle sıralayabiliriz:
Gerçeklik bir safsatadır.
("Mecaz oldu hakikat, hakikat oldu mecaz" diyen Sadullah Paşa bile bizden evvel farkına vardı olacak olanın.)
Komik yoktur. (Bundan sonra bütün gülmeler, komik bir durumdan değil, bir komik yokluğu'ndan kaynaklanacak. Geçmişte bile insana nadiren yüzünü gösteren gerçek "komik" tamamen yok oldu. Yokluk kendini hissettirdikçe dünya sadece gülmemesi gereken şeylere güler hale gelecek. Kahkaha, artık komik olmayandan yana!)
Aşk, yalnızca bir nostaljidir. (Arzu, onu öldürmüştür. Ne yasa, ne gelenek, ne de inanç buna engel olabildi. Kundera'nın dediği gibi, şimdi her şeye izin vardır ve tek düşman kendi çıplak kalmış, büyüden yoksun kılınmış, maskesi çıkarılmış bedenimizdir. Bu yüzden öyle aşklar artık filmlerde, romanlarda bile olmayacak. Yalnız bir maziden ve özleyişten bahsedilecek belki. Çünkü aşk, aşk özleminden başka bir şey değildir artık.)
Önemsiz, önemlidir. (Flaubert'den itibaren şeylerin ruhuna inen romancı/yazar Kafka durağında bir dönüşüm geçirdi. Ardından Camus'nün aynasında kendine yabancılaştı ve yoluna bir "Homo Absurdus" olarak devam etti. Ya şimdi? Elbette o aynada kendine dil çıkarıyor. Yoksa kendisine dil çıkaran aynadaki mi? Hangisi gerçek? Bu soru önemsiz. Öyleyse, yaşasın önemsizin önemi!)
Nonsence is the new sense. ("Bu bahsi derinleştirmek isterdim ama sözlerimin âlimâne olmasından korkuyorum.")
Peki, yeryüzünde bunca acı ve ölüm? (Hep olacak, değinsek de değinmesek de. Hem artık onlar bizim gündemimizde değil, biz onların gündemindeyiz. Şimdi gidip bizi onlardan sormalı.)
Liste böyle böyle uzar gider ama bu meseleye akşam akşam neden değindim? Sebebi pek de tanımadığım birinden aldığım bir mesajdı. Gönderen tüm samimiyetiyle benim için epey üzülüyordu. Anlaşılan durumum vahimdi:
"Gerçeklikten kopmaya başladığını gözlemliyorum. Belirtmek istedim. Bakışlarına kadar sinmeye başladı. Yazılarını ve bakış açını gerçek-dışı ve çöldeki kumlar gibi görüyorum. Hiç kimseye bir faydası olmayacak."
Ne diyeyim. Gerçekliğe bir itimadım olduğunu sanmasına üzüldüm. Ama öte yandan bir sanrısı olmasına sevindim.
Zamanında sanat için samimi bir yakarış arayışına düşmüştüm. Nasıl bir yakarı bulmalıydım ki, yaratmayı, çoğaltmayı, yalnız ve yalnız sanatın muhatabı olarak başarabileyim. Üstelik bu yakarış "Allah'ım, bana eşyanın hakikatini göster." kadar içten ve anlamlı olmalıydı. Çok geçmeden bulmuştum:
"Tanrı, şeyleri sadece oldukları şey olarak görmekten korusun bizleri. Sanrı da, en az tanrı kadar, bizimle olsun."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder