31 Aralık 2018 Pazartesi

Kar ve Süpürge


Süpürgeler, her kış olduğu gibi, kapıları kardan açılmayan evlerin yardımına koşmak için yola düşmüşlerdi. Uysallıkla kendilerini ev sahiplerine (bazen yaşlı bir kadın, genç bir kız ya da kırklı yaşlarda tecrübeli bir uşak olabiliyordu) teslim edecekler, kürekle yığın yığın kazınan kardan geriye kalanları tatlı, tanıdık bir senfoni eşliğinde süpüreceklerdi. En önde yürüyen küçük süpürge ilk kez çıkıyordu bu göreve. Kar acemisiydi. Şimdiye dek, doğup biçildiği, derilip toplandığı yerde yalnızca yaz avlularını süpürmüş, bazen güz yapraklarıyla oynaşmış, bazen de korkutmak bahanesiyle amansız kedilere ya da tez canlı sansarlara fırlatılmıştı. Karda yürümek hepsinden çok daha güç bir tecrübeydi. Varacakları yere gidene dek kendi aralarında, çok çok eskiden atalarının iyi ya da kötü yürekli cadılara, büyücülere nasıl yoldaşlık ettiklerine dair hikayeler anlatırlar, Ulu Tanrı'nın inayetiyle yeniden sıradan insanların hizmetine girdiklerinden hoşnut olarak birbirlerine uçma özlemini asla ama asla hatırlatmazlardı. Eskiler, hakikat çocukların ağzından konuşur derler. Küçük süpürge yolculuğun orta yerinde durup gökyüzüne bakarak ansızın şöyle deyiverdi:

"Bir zamanlar kırlar, korular, dağlar ve dereler üzerinde dolaşabiliyorken, şimdi yalnız yeryüzünde yaşamak ve saçımızı süpürge etmek size de biraz can sıkıcı gelmiyor mu?"

Topluluğun en büyük süpürgesi, onu başından tutup şöyle bir çekiştirdi. Bir ikazdı bu. Öteki süpürgeler tebessüm ettiler ve onu hiç duymamış gibi yaptılar ama her seferinde gökyüzüne kaçamak bakışlar atmayı sürdürdüler. Nihayet varacakları köy, köydeki hanelerin nazlanarak tüten bacaları yavaş yavaş bembeyaz ufukta belirmeye başlıyordu. Küçük süpürge ilk kez gördüğü bu manzara karşısında büyülenmişti. Pencerelerin gerisinde sayısız uykulu yüz sabırla onların gelmesini bekliyordu. Ne güzel bir karşılanma, dedi içinden. Bu sonsuz beyazlıkta bir an kendini bulutların üzerinde uçuyormuş gibi hissetti. Yüreği doldu, sapları gevşedi ve arkasına dönüp heyecanla bağırdı:

"Uçabiliyorum!"


- Dürdane İsra Çınar


Hiroshi Hamaya, "Snow counrty children going to a New Year's event, covered in straw capes to protect them from the weather", Niigata, 1956

20 Aralık 2018 Perşembe

Sonluyu kurcalayan ve sonsuza uzanan “Dil"


Hiçlikten doğan/gelen diğer her şey gibi edebiyat da ilk olarak eşyaya tutunur. Elbette bir kopuşun, (cennetten dünyaya düşüşün) uzantısı olan 'dil’le yapar bunu. Dil'in temelde insanın eşyayla temasından doğduğunu biliriz. (Hatta varlık da kendini böyle yeniler, bir bebeğin dokunduğu ilk şeyde...)

Bütün bir ifade gücüne rağmen dil ne yalnızca gerçeğin ne de gerçek olmayanın yanındadır. Haliyle büyük anlatıların değişmez doğrularına, ahlak derslerine imkân tanıdığı kadar şeylerin ruhuna ve onların sessizliğinden gelen belirsizliğe hatta safsataya da imkân tanır.

Felsefe ve edebiyat, bunu peş peşe keşfettiğinde dünyada kocaman bir hakikat krizi patlak vermişti. Dilin sanıldığının aksine insana hiçbir güvence sunmadığının keşfedildiği andı bu. Çünkü dil, evini yani anlam ağını tıpkı bir örümcek gibi boşluğun etrafında örüyordu. Gerçekte bir anlamı/doktrini yoktu, onda anlamın bir hayali/kurgusu vardı yalnızca.

“Bir kişinin bir kelimeyle kastettiği bir diğerininkiyle tamı tamına aynı değildir ve her farklılık, ne kadar küçük olursa olsun, sudaki bir halka gibi yayılır dilin bütününe. Bu yüzden her anlama aynı zamanda bir anlamama, düşünce ve duygulardaki her mutabakat aynı zamanda bir ayrılıktır”
(Chul Han)


- Dürdane İsra Çınar

16 Aralık 2018 Pazar

14 Aralık 2018 Cuma

Haset

"Nasıl ki tutkulu bir çağda heyecan birleştiren ilkeyse, çok düşünen ve tutkudan yoksun olan bir çağda da haset negatif bir birleştirici ilkedir. Ancak bu, etik bir suçlama olarak yorumlanmamalıdır; tefekkür fikri, böyle söylenebilirse eğer, hasettir, o yüzden de eylemi bakımından iki yönlüdür: Bireyin içinde bencildir ve çevresindeki toplumun bencilliğine yol açar, bu şekilde de ona karşı işler.

Tefekkürdeki haset (bireyin içindeki) onun tutkulu bir karar almasına engel olur. Eğer birey bir an tefekkürün boyunduruğundan kurtulmayı başaracakmış gibi görünürse, hemen etrafını çevreleyen tefekkürün karşıtı tarafından durdurulur. Tefekkürden fışkıran haset insanın iradesini ve kuvvetini hapseder. Bireyin önce kendi tefekkürünün bağlarından kendini kurtarması gerek, ama o zaman bile serbest değildir. Kendisini, etrafındakilerin tefekkürüyle oluşmuş uçsuz bucaksız bir hapishane içinde bulur, çünkü kendi tefekkürüyle olan ilişkisi yüzünden kendi çevresindeki tefekkürle de belli bir ilişkisi vardır. Bu ikinci hapislikten, durumun yanlışlığını ne kadar açık seçik algılarsa algılasın, ancak dinsel içebakış aracılığıyla kaçabilir. Tefekkür, elindeki bütün araçları kullanarak insanların, hem bireyin hem de çağın bu şekilde hapsolduğunu anlamasına engel olur; despotlarla ya da rahiplerle ya da soylularla ya da gizli polisle değil, tefekkürün ta kendisiyle hapistir ve bunu, tefekkür ihtimalinin tek bir karardan çok daha üstün olduğunu dile getiren gönül okşayıcı ve kibirli bir görüşle yapar. Bencilce bir haset bireyden öyle taleplerde bulunur ki, çok fazla şey isteyerek onu hiçbir şey yapamaz hale getirir. Onu çocuğuna düşkün bir anne gibi şımartır, çünkü adamın içindeki haset kendini başkalarına adamasına engel olur. Dahası, onu çevreleyen haset, ki burada başkalarını haset ederek yer alır, olumsuz ve ciddi anlamda kıskançtır.

Fakat daha ileri götürüldükçe tefekkürün kıskançlığı daha açık biçimde manevi bir hınç [misundelse: haset, hınç] olur. Kapatılmış bir yerdeki hava nasıl zehirli hale gelirse, tefekkür tutsaklığı da, eğer eylem ya da herhangi bir olayla havalandırılmazsa suçlanmayı hak eden bir hınç geliştirir. Tefekkürde gerilimin durumu (ya da dediğimiz gibi gerginlik) bütün yüksek güçlerin etkisini yitirmesine yol açar, nerede ne kadar aşağı ve iğrenç şey varsa hepsi öne çıkar, yüzsüzlüğü aldatıcı kuvvet etkisini gösterir, kendi aşağılıklığıyla korunurken hıncın dikkatini çekmekten kaçınır.

İnsanın sürekli yükseklerde kalamayacağı, herhangi bir şeye hayran olmayı sürdüremeyeceği insan doğasının temel bir gerçeğidir. İnsan doğası çeşitlilik ister. En heyecanlı çağlarda bile insanlar kıskançlıkla kendilerinden üstün olanlarla ilgili şakalar yapmaktan hep hoşlanmışlardır. Bu son derece normal ve tamamen savunulabilir bir şeydir, yeter ki büyük olana güldükten sonra onlara bir kere daha hayranlıkla bakabilsinler; aksi halde attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değmez. Bu şekilde heyecanlı bir çağda bile hınç kendine bir çıkış kapısı bulur. Daha az heyecanlı bile olsa bir çağ hınca uygun karakterini verecek kuvvete sahip olduğu sürece ve bunun ne ifade ettiği konusunda kararını vermişse, hınç, tehlikeli olsa da, kendi önemine sahiptir. Örneğin eski Yunan’da hınç sürgüne gönderme [ostracism] biçimini almıştı, yığınların seçkin olanın göze batan nitelikleri karşısında kendi dengelerini korumak için başvurdukları adeta bir nefsi müdafaa gayreti. Göze çarpan adam sürgüne gönderiliyordu; fakat herkes ilişkinin ne kadar diyalektik olduğunu anlıyordu, sürgün üstünlük işareti olarak kalıyordu. Bu yüzden, Aristophanes ruhunun çok önceki bir dönemini temsil edecek şekilde, tamamen önemsiz bir kişinin diktatör olmasındansa sürgüne gönderilmesi daha ironik olurdu, çünkü sürgün büyüklüğün negatif işaretidir. Ama yine de hikâyenin sonunu, insanların sürgüne göndermiş oldukları adamı onsuz yapamayacakları için geri çağırmalarıyla bitirmek çok daha iyi olurdu, o zaman sürgüne gittiği ülke için tam bir gizem olurdu; çünkü onun hakkında kayda değer bir şey bulamamış olacaklardı. Aristophanes “Atlılarda -tıpkı Tibet’te Dalai Lamanın dışkısına tapmaları gibi yozlaşmanın son halinin bir resmini çizer; bayağı ayaktakımı, temsilcilerinde kendi kirlerini akıllarına getirdikleri zaman biterler; ve bu, bir demokraside bir monarşideki tahtı açık artırma usulü satmayla kıyaslanabilecek bir yozlaşma derecesidir. Fakat hınç hâlâ bir karaktere sahip olduğu sürece, sürgün negatif bir üstünlük işaretidir. Aristides’e, “Aristides’ın tek dürüst adam olduğunu duymaya tahammül edemediği için” sürgüne gitmesi yönünde oy kullandığını söyleyen adam, Aristides’ın seçkin bir kişi olduğunu yalanlamıyordu, kendisi hakkında bir şeyi itiraf ediyordu. Kendisinin üstünlükle olan ilişkisinin, hayranlığın mutlu aşkı yerine, kıskançlığın mutsuz aşkı olduğunu itiraf ediyordu; ama bu üstünlüğü küçümsemeye kalkışmıyordu.

Öte yandan, tefekkür ne kadar üste çıkar ve böylece insanları tembelleştirirse, hınç da o kadar tehlikeli hal alır; çünkü artık kendi öneminin farkında değildir. O karakterden yoksun olan tefekkür korkaktır ve bocalar, duruma göre de aynı şeyi değişik şekillerde yorumlar. Buna bir şakaymış gibi davranmaya çalışır, o olmazsa hakaret gibi bakar, o da olmazsa hiçbir şey değilmiş gibi başından atmaya çalışır; aksi halde bu şeye bir espri gibi bakacaktır, o olmazsa o zaman dikkate değer bir ahlâki hicvi kastettiğini söyler, o da başarılı olmazsa, boşver gitsin diyecektir.

Bu şekilde hınç karakter eksikliğini oluşturan ilke olur, acınası biçareliğinden dolayı gizlice belli bir yer edinmeye çalışır, sürekli hiçbir şey olmadığını kabul ederek kendini korur. Karakter eksikliğinin yol açtığı hınç üstünlük farkının gerçekten fark olduğunu asla anlayamaz, üstünlüğü negatif (sürgünde olduğu gibi) kabul ederek kendini de anlayamaz, onu aşağıya çekmek ister, farklılık ortadan kalkacak şekilde küçümsemek ister. Ve hınç kendini sadece bütün varolan üstünlük biçimlerine karşı korumakla kalmaz, ayrıca hâlâ gelecek olana karşı da korur."

-Soren Kierkegaard