26 Şubat 2019 Salı

Bu kısa ve içli bir "Aytaç Arman'a Veda" yazısıdır:


"İnsan yüzü, gerçekten de bir Doğu dini tanrısı gibi, ayrı düzeylerde yan yana gelmiş, hepsi bir anda görülmeyen bir çehreler kümesi gibidir."
                                                        - Marcel Proust, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde



Henüz hayattayken, bir defaya mahsus bile olsa, görüşebilir miydim? Önümüzdeki yaz sırf bunun için gidecektim İstanbul'a. Özellikle peş peşe çekilmiş iki filmdeki performansı üzerine soracaklarım vardı. Belki kısa bir söyleşi bile yapabilirdik. Biraz daha yaşamasını diliyordum o yüzden, henüz 69 yaşında, babamla yaşıt, ama kanserin işi belli olmaz hiç. Öyle de oldu. Akşam alacasında, uzanmış okuyorken bir arkadaşım aradı ve kötü haberi verdi:
"Duydun mu? Senin jön hayatını kaybetmiş."

Tanıyanlar (sebepli sebepsiz) düşkünlüğümü bilir. Yeşilçam'da hemen herkesin kendi estetik algısına, duygu dünyasına hitap eden bir aktör bulunur muhakkak. Benimki, sebebini hala tam olarak bilemediğim bir kuvvetle Aytaç Arman'dı.

Türk sinemasında ilk kez göründüğü seneler olan 70'lerden bugüne sayısız filmde oynamıştı. Erken döneminde yüzünü nereye koyacaklarını bilemediklerine eminim. Köşeli bir yüz, kalın vurgulu kaşlar, biçimli bir çene, yıl geçtikçe daha çok ifadelenecek bir alın ve gür saçlar. Bunlar izleyicinin takdirinde uzlaşacağı eril bir imaj için kafi miktarda iş görür şeylerdi. Gel gelelim bakışları, dudakları, özellikle sesiyle yadırgatıyordu kendini. (1973'te, bir sinema klişesiyle söylersek, Türkan Şoray'la başrolü paylaştığı Yalancı filminde, en az Şoray kadar "güzel" ve "alımlı"ydı.) Bakışları müşfik, dudakları nispeten dişil. Ve sesi... Yıllarca kendi sesi yerine başka adamların sesiyle oynadı. İçerlemişti buna şüphesiz. Üç sene önce, yerel bir televizyon kanalının Yeşilçam'ın pınarları mı çınarları mı şimdi ismini tam hatırlayamadığım bir programına davet edilmiş, sunucunun lakayt tavır ve soruları karşısında -değişmez ciddiyetiyle- bu meseleden bahsetmişti. Ses... Ne vardı sesinde? Sinema birçok kendine has sesle meşhur adamla doluydu, yaşı ilerledikçe daha bir kısılmıştı sesi üstelik, ne olmuştu yani, Marlon Brando'nun The Godfather filmindeki performansını o kısık sesle birlikte sevmemişler miydi? "Belki İstanbul gibi bir kentte doğup büyümüş olsaydım, (Adana doğumluydu.) böyle daha bir cevval, cabbar olurdum, Anadolu'dan geldiğimiz için midir bilmiyorum, içe dönük oluyor insan." Sunucunun mütevazı bir mizacınız var, deyişinin ardından böyle söylemişti. Sadece sesinin değil dilinde silik bile olsa sezilen aksanın da etkisi vardı muhtemelen. İçe dönüklüğünün sebebi biraz da bu olabilir miydi?

Kuşkusuz bir objektif oyuncusuydu o. Sinemamızda author yönetmen çağı başladığında, birkaç iyi yönetmen -neredeyse kendini oynayacağı- çok iyi filmlerde başrol verecekti Arman'a. Ömer Kavur ve Erden Kıral. Biri 1987 (Gece Yolculuğu) öteki 1988 (Av Zamanı) yılında çekilen bu iki filmde, nihayet yüzü objektif karşısındaki yerini bulacaktı. Sadece yüzü de değil tavrı, sesi, bakışları... Geçen yaz sırf Gece Yolculuğu filminin izini sürmek için gitmiştim Kaya Köy'e. Film, İstanbul'da başlayıp (Arman'ın Macit Koper'le yaptığı uzun gece yolculuğu sonunda) mübadele yıllarında terk edilmiş eski bir Rum yerleşimi olan Kaya Köy'de sonlanıyordu. Ali isminde bir yönetmeni canlandırıyordu Arman. Çekecekleri film için mekân arayışındaydılar. Piyasayla uzlaşamıyordu. Çıkmazdaydı. Özgün ve bağımsız olmayı arzuluyordu. (Kendisiydi yani.) Çevrelerini yabani otların, arsız sarmaşıkların bürüdüğü çatısız penceresiz taş evleri görünce büyüleniyordu oracıkta. Köyün tepesindeki iki şapelden büyük olanını gezdikleri sırada İstanbul’a dönme fikrini temelli siliyordu zihninden. Yerli halkın tabiriyle Kaya Çukuru'nu rahatlıkla gören o metruk şapelde bir yatak, bir tüplü ocak, bir de radyoyla bir başına yazarak, düşünerek ve düş görerek geçiriyordu günlerini. Kalın ve geniş çerçeveli gözlükleri, alnından geriye doğru açılmış kır saçlarıyla kamera karşısında ihtiyacı olan o biricik ifadeyi bulmuştu bana göre. İyi bir aktörün her kılığa giren hünerli bir soytarı değil yüzünün ardında her şeye rağmen kendisi olarak kalabilen kişi olduğunu düşünürüm. Aytaç Arman, özellikle bu iki filmde, belki kendisinin bile tam keşfedemediği o yüze gerçekten çok yaklaşmıştı. Beni heyecanlandıran şey de buydu tam olarak. Yüzü, şimdiye dek neyi maskelediyse onu açığa vuruyordu. Jest ve mimikleri asgari, bakışları anlatımsızdı. Rol kesmiyor, artistlik yapmıyordu.

“Sinema, metrik ve ritmik bir meseledir.” demişti bir konuşmasında. Ona göre objektif oyunculuğunun matematik ve geometriden bağımsız olması mümkün değildi. Oyuncu, senaryonun her anına hâkim olmak istiyorsa tıpkı bir mühendis gibi çizelgelerle çalışmalıydı:

“Bir sahneyi çekiyorsunuz, o sahneden çıkış sahnesini ise on gün sonra aynı binanın kapısında çekiyorsunuz. Peki, burada bıraktığınız duyguya on gün sonra nasıl hâkim olacaksınız? Ancak çizelgelerle. Ben an’lara hâkim olabileceğim ön çalışmayı yaparak objektif karşısında an’ları hissetmeye çalıştım. Amacım, anlara anlam katmaktı.”

Aslında her birimiz, şimdinin içinde kendini, kendi anlamını arayan yüzleriz. Aytaç Arman'ın bilerek ya da bilmeyerek yüzünü arayışına sinemanın büyülü perdesinde şahitlik etmek çok başka bir tecrübe olmuştu benim için. Bunu ve hissettirdiği birçok şeyi ona heyecanla hatta kendimi tutamayıp gözyaşlarıyla anlatmayı çok isterdim.

Nihayet, Yeats'in de aradığını söylediği gibi, dünya yaratılmadan önceki yüzüne kavuştuğunu biliyorum sevgili Aytaç Arman'ın.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder