Gittikçe belirsizleşen bir amaç uğruna suçun ahlakçılığını yapmakla isterik bir şekilde suçlayarak vicdan rahatlatma arasında, o kritik hatta, yalnızca suçun kendisinin dehşetine kapılanlar olarak biz, ne yapacağız?
Bu soruyu, suçun hukuki literatürdeki karşılığını bir tarafa koyarak soruyorum. Çünkü bugün yazılı ya da sözlü tüm kanunları neredeyse hükümsüz kılan, insan hakları gibi etik bir uzlaşıyı suistimal eden, sınırları netleşmemiş, iyi ve kötüye, doğru ve yanlışa aynı oranda nüfuz edip bütün kutupları kendi hizmetine alan büyük bir suçun hem ortaklığı hem de tanıklığındayız. Walter Benjamin "Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın "hâlâ" nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir." demişti. Çağa tanıklıkta şaşkınlığın mazeret sayılamayacağını söylemekte haklıydı da. Fakat kendisinden bir yüzyıl sonra şaşkınlığın nasıl bir dehşete dönüşeceğini onun sınırdaki ölümüyle sezmiştik. Birinin ölüme korku ve ümit arasındaki sınırda, yekpare bir çıkışsızlıkla varması yalnız ölen için değil o ölüme tanıklık edenler için de dehşet vericidir. İçinde bulunduğumuz çağ ile yüzleşmede şaşkınlık bizi herhangi bir bilgiye götürmüyor evet. Peki ya dehşet?
Korkan kişi korkusuna teslim olur. Öte yandan korku dehşete evrildikçe insan ya deliliğin ya da usun kapısında bulur kendini. Yeterince zorlandığı zaman iki kapı da bilgeliğin evine çıkar. İnsanı kavgaya iten de kavgadan uzak tutan da korkudur temelde. Sırf korkmamak için büyük bir suçun ahlakçılığına soyunanlar elbette suçun bilincindedirler. Ve yine sırf korkmamak için tek yönlü işleyen mekanik bir vicdan geliştirerek yalnızca ötekini suçlayanlar da suçun bilincindedirler. Kabul edelim ya da etmeyelim, dünya düzeninin ardında evrensel bir yargı sezen ve onun soluğunu ensesinde duyan herkes korkusuyla baş başadır artık.
Agamben, Evrensel Yargı Fikri'ni (bir yandan da büyük suça nasıl ortak ve tanık olduğumuzu) şöyle bir sahneyle anlatıyor:
"Dört bir yandan insan ruhları mahkemede toplanırlar, ama sanık sandalyesi çoktan kapılmıştır. Kimileri jüri sıralarına oturur, kimileri de mahkemenin ortasındaki halka ayrılmış sıralarda gürültülü bir topluluk oluşturur. Zil sesi duruşmanın başladığını duyurduğunda, iki arada bir derede, sinsice, bir peruk ve cüppe kapmış olan sanık, telaşla yargıcın kürsüsüne çıkar. Fakat oturumu başlatır başlatmaz cüppesini atıp savcının makamına geçer, ardından da savunmanın. Ne zaman paydos olsa üzgün bir halde sanık sandalyesine geri döner."
Kovuşturmaya uğramış ruhlar mahkemede boş kalan koltuklara otururlar. Tanık, sanık, yargıç, savcı kim hangi koltuğu bulmuş ve işgal etmişse oradan konuşur. Duruşma aralarında yalnızca sanık sandalyesi vardır. Suç ve sanık. Buluşurlar ve en başta olduğu gibi yalnızdırlar.
Devam ediyor Agamben:
"Tanrı bu duruşmaya katıldığında - ki o zaman tüm tarafları O oynar - şaşkın halde bakakalan insanlar mahkeme salonunu sessizce terk ederler."
Şaşkınlığın bilgiye götürmediğine dair bir başka izah. Mahkeme salonunu sessizce terk eden ruhlar gerçekte, bilmenin yükümlülüğünü de terk ederler. Çünkü ona yenilmişlerdir. Agamben, evrensel yargının tayin edici olabilmesi için dilin içinde değil dili dilden çıkaran, dil üstüne bir yargı olması gerektiğini ilave eder. (Benjamin'i hatırlarsak, "İnsan, Tanrı'nın yaratıcılık yaptığı dilin bilenidir." Yani o dilin içindedir. Dilin içinde hareket eden insanın tayin ediciliği sınırlı/sonlu hatta yanlı, yanılgılıdır.) Evrensel yargı her şeyi kuşatan bir yargılama için dünyanın sonunun gelmesini bekler ama soluğunu yeryüzündeki tüm duruşmalarda, "apliklerdeki mumların eriyip aktığı, karanlık köşelerde devasa örümcek ağlarının boy verdiği, küflü sıralarla kaplı o köhne mahkeme salonlarında" gezdirmeyi de ihmal etmez.
O soluğu gerçekten duyan kişi şaşkınlığa, umursamazlığa değil dehşete kapılacaktır. Çünkü orada suçun kendisiyle yüzleşmekten daha başka bir seçeneği yoktur. Bir parmağıyla dahlinin bulunduğu o büyük suç ne içinde devinip durduğu sınırlı dille savunulabilir ne de türlü ithamlarla suçlanabilir artık.
İnsan bilmekle yükümlüdür. Ve bu yükümlülük dehşet vericidir. Öyleyse diyebiliriz ki, çağın tanıklığında -ne suçlama ne de savunma- belki yalnızca dehşet bizi gerçek bir bilgiye götürebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder