Bir dilin gramerini o dilin anlam ağları ve boşlukları üzerinden öğrenemediğiniz zaman dil felcine uğrarsınız. Hemen her romanın çekirdeğinde evrensel bir insanlık durumu vardır. O romanı kendi kısıtlı tarihinin kucağından koparamazsanız edebiyatla bağ kuramazsınız. Mesleğimi çok seviyorum ama mesleğim bana müfredatın felç bıraktığı küçük hastalara bakıcılık yapmamı emrediyor. Ve ben her defasında Gombrowicz'in Ferdydurke romanındaki o zavallı öğretmeni anımsıyorum. Öğrencilerine bir ev ödevi verir: "Büyük şair Juliusz Slowacki'nin şiirlerinde niçin hayranlık uyandıran ölümsüz bir güzellik vardır?" Eksiyeiç, sinirle sızlanarak karşılık verir öğretmenine: "Ama ya ben hiç hayran olmuyorsam! Beni hiç sarmıyor. Beni kendine hayran bırakmadığı halde nasıl hayranlık uyandırabilir?" Hayret ve küçümseme dışında verebileceği bir başka cevabı yoktu öğretmenin: "Sizde hayranlık uyandırdığını bin defa tekrarladığıma göre, nasıl olup da sizi kendine hayran bırakmaz?"
Çünkü öğretmene göre büyük dehalara karşı hayranlık aşılamak söz konusu olduğunda okuldan daha iyi bir yer yoktur. Sahiden öyle midir? Kendi öğrenciliğimizden hatırlamaya çalışalım, hangi büyük dehanın eserine okul sıralarında hayran kaldık? Dil felcine uğramışlar olarak karşımıza geçip büyük dehaların cümleleriyle yüreğimizi gıdıklayıp duran öğretmenlerimize çoğu kez boş ve hissiz gözlerle bakıp durmadık mı? "Melali anlamayan nesle aşina değiliz, öyle değil mi çocuklar? Eeeveeeet!" Kimi zaman içimizde uyanan bir hassasiyet çok geçmeden sınav kağıtlarının ön ve arka yüzlerinde silinip gitti. Unutmadığım bir sahne var zihnimde. Lisenin ilk yılında, orta yaşlı bir kadın olan edebiyat öğretmenimiz sınıfa gelip masasına oturuyor ve ben de on beş dakika kadar onun omuzlarına masaj yapıyordum. Yüzüm sınıf arkadaşlarıma dönük bir halde masaj yaparken o benim şifalı ellerime övgüler diziyordu. Bir felçli hasta bakıcısı olarak muhtemelen çok geriliyor, çok yoruluyordu öğretmenimiz. Ön sırada oturan ben, bu gerginliği bir nebze hafifletmekle görevlendirilmiştim. Severek yapıyordum çünkü o derse karşı tarifi zor bir şeyler duyuyordum içimde. Şiir ezberliyordum. Sınıfta okuyordum. Masaj yapıyordum. Kompozisyon yazıyordum. Yine öğretmenimin gergin omuzlarını ovuyordum. Övgü alıyordum. Hangisi için takdir edildiğimi bilmeden geçirdiğim bir senenin sonunda kısmi felç bana da uğradı. Hissizleştim. Dilim uyuştu. Öğretmenim ikinci dönemin başında Fuzuli'nin Su Kasidesi'ni ezberlediğim için bana bir roman hediye etmişti. Kendisi de okumuştu romanı ve dürüst olması gerekirse hiçbir şey hissetmemişti. Ama benim okuyup hayran kalmam gerektiğine inanıyordu. Bunu söylerken içten içe kendisi de inanmıyor gibiydi. Yine de hayran kalırsam onun için epey bir anlamı olurdu. Yaşlı omuzlarını bir sene boyunca ovmuştum. Ödeşebilirdik. O yaz boyu evdeydim. Uyuşuk dilimle günlerce okudum romanı. Hala tam anlamıyla hissizleşmemiş olmalıydım ki yüreğimi gıdıklayan cümlelerin altını gece boyu tek tek çizdim. "Dünya yıkılırsa bir kere kalınır altında."
Dünyam yıkıldı ve bir kere kaldım altında. Şimdi kendi yorgun omuzlarımı bu kısmi felçli çocuklara ovdurmak yerine, dilimi çözmeliyim diye düşünüyorum, "bir dil türetmeliyim kendime." Ve sonra yazabilmeliyim. Büyük dehaların henüz hiçbir yere gittikleri yok. Birlikte nasıl yeniden hissedebiliriz, onun çaresine bakmalıyım.