Gün, işaretlerle başlıyor. Yıkamadan önce içindeki kurumuş telve yumuşasın diye suyla doldurduğum fincanımda, dikey baktığımda Çinceye, yatay baktığımda Sanskritçeye benzeyen bir yazı (belki bir şiir) belirdi. Şu yeryüzünde biçimi sezmeseydik kolay kolay ad verebilirmiydik şeylere. Sanmıyorum. Ad vermekte zorlanıyorsak bu o şeyin henüz tam anlamıyla bir biçim almaması yüzünden olabilir. Yine de, en nihayetinde her şey "bir biçimde" adlandırılır.
Şiirin dilde bir gerilemeyle daha doğrusu içe çekilmeyle yazıldığı zamanlardan sonra, şiirin insanın yüzünde bir tokat gibi patlamasını arzulayan Mayakovski, bugün atom bombasından sonra insan ruhunun patlayan şeylere karşı temkinli olmakta ne kadar haklı olduğunu eminim anlayabilirdi.
Biz artık sessizlikte iz sürüyoruz. İşaretler, bizi bir yere çıkarmıyor. Ama biçim bir arada tutmaya yetiyor.
Şimdi bu işaretleri okuyup fincanda beliren şiiri tercüme edeyim desem, kendimi bir romanın sayfalarında kaybolmuş bulacağımı iyi biliyorum.