Her tuhaf karşılaşmanın bizim gelecekteki dirilmişliğimiz olduğunu, hiçlikten çekip çıkarılışımıza dair, tıpkı birer ulak gibi, karşımıza dikilmiş olabileceğini düşünürüm. Ne gözün kaydı aleladedir ne de kulağınki. Bellek dediğimiz şey yalnız geçmişin mi yurdudur? Hiç sanmıyorum.
Bir şey artık bende kaçınılmaz olmuştu. Gerçeğimin fevkine varmak, daha taşımakla sarhoşu olduğum ezeli bir şarabın kadehini aşkla kırmak, yalnız adını sarf ederek kendimi zengin saydığım hazinenin bizzat aslını son cevherine dek vakfetmek kaçınılmaz olmuştu. Yaşamın tefsirine ne zaman kalkışsam çoktan tamamlanmış bir kitabın idraksiz taklitçisi olduğumu gördüm. Benim yaşamdan okuduğumu içimdeki öz çoktan o kitaptan okumuştu. Bense, hadsizce, bu yankıyı kendimden biliyor, mağarada çınlayan sesime hayran oluyordum. Fakat işte duvarlara çarpıp gelen tılsımlı sesim, kaynağa, sesin çıktığı o dehşetli oluğa sürükleyip bırakmıştı beni. Kendimi önce kendi yularımdan kurtardım ve oluktan sarkıtılmış o ışıklı ipe can havliyle tutundum. Bir giz balığı gibi derinlerin daha derinine öylece bıraktım kendimi.
Onunla karşılaştığım zaman, işte bu sarsıntılı ruh halindeydim. Kadıköy'ün rıhtımı boyunca dalgın yürüyor, caddenin karşısındaki azgın kalabalığa bakmadan doğruca Moda semtine geçiyordum. Hep yaptığım gibi belediyenin atık su arıtma tesisi boyunca düşünerek Mühürdar'a sapmış, Mühürdar'dan ağlayarak park içine doğru inmiştim. Üsküdar'ın Atik Valide'si ve Selimiye'si nasıl ruhumun doruklarını seyre durduğum mahfillerimse, Mühürdar ve Moda arası da derin dalışlardan sonra satha çıkıp soluklandığım müşfik bir kıyıydı artık benim için. O gün park öyle sessiz, deniz öyle durgundu ki, yukarıda sanki penceresi ardına dek açık bir evde çalan şarkıyı işitebiliyordum: "Hikayeyi tekrar edeyim sana/ gayret gayret hatırlasana/ ilk görüştük senle biz Moda'da/ Moda Moda Moda yolunda." Denize nazır Kadıköy Lisesi'nin önünden geçip yukarıya, çay bahçesine çıkan merdivenlere yöneldim. Daha çıkarken bir tuhaflık sezinledim. O tanıdık plastik masa ve sandalyelerin hiç birisi yok. Kırmızı şemsiyeler yok. Beyaz boyalı bir uçtan bir uca camekanlı dükkan yok. Ressam Şeref Akdik'in 1945 tarihli Mühürdar Bahçesi tablosuna benzer bir manzara var yalnızca. Büyük yemyeşil bir meşe ağacı, etrafında tahtadan, kırmızı ve yeşile boyanmış masa sandalyeler... Bir yanda karşılıklı oturmuş bir çift. Diğer yanda, sabun köpüğü kadar beyaz yüzünü denize doğru dönmüş, geniş omuzlarına gri bir şal atmış oturan Safiye Erol... Kısa saçlarının şefkatle çevrelediği yüzünü bana dönmeden sanki Mühürdar yolu boyunca karşısında oturuyormuşum gibi birden, sakin bir sesle konuşmaya başlamıştı:"Satha çıkabilen her muzaffer dalgıcın ilk bâkir eseri deruni bir ihtizazdır, sevgili kızım. Seni candan tebrik ederim. Titriyorsun, yaklaş şöyle yanıma."
İhtizaz... Bu öyle bir titreyişti ki söyleyene dek farkına varmamıştım. Öteden beri içimde meçhulden esen sayısız rüzgarın her cepheden yalazladığı mavi, titrek bir alev vardı. Sahiden üşüdüğüm için değil, tutuştuğum için titriyordum. Dostu Safiye Erol'a 'Pirdaşım' diye seslenen Samiha Ayverdi'nin "hasret küçük ateşleri söndürür, büyükleri yangına çevirir" sözü çınlıyordu kulağımda. Öyle ya, bu bir tabiat kanunuydu. Titreyen ellerimi bacaklarımın arasına gizledim. Alev almış varlığımla onun az sonra bir sırrı fısıldayacak dudaklarına canımın kulağını verdim:
"Çoktandır unuttuğumuz bir şey var sevgili kızım. Eskiler, mistik kahramanlar sırasına sanatkârı da dahil ederlerdi. Yani sanatkar da tıpkı bir mistik kahraman gibi sır denizine dalan ve tekrar satha çıkmaya muvaffak olan biriydi. Öyle derunî bir titreyişi vardı ki onunla yalnız o meçhul derinliklerde geçirdiği macerayı nakledebilirdi. Fakat yazık ki benim yazdığım devirlerde sanatkarın mistik bir seferi olmadığı iddia edildi. Sanat için hüner yeter zannedildi. Adeta laboratuvarda ilmi tetkikin her uyanık insana açık olması gibi, sanatın da herkesin at oynatabileceği bir meydan olduğunu sandılar."
Fener Burnu'nda gün alçalmaya başlamıştı. Denizde ve yüzlerimizde gezinen sedefi bir pembelikle o dakika, içimize dönmüş, suskun bir tefekkür halindeydik. Şurada, yanı başında oturduğum bu serhatli ruh, daha gencecik yaşında gittiği Almanya'dan felsefe doktorası yaparak dönmüş, dostu Ayverdi'nin tabiriyle Garp'ın mürekkebini yalamış fakat Şark'ın geleneğine bağlı kalmıştı. Belli ki daha bir öğrenciyken bu iki medeniyetin mukayesesini yapacak endazeye sahipti. Mukayeseci her dimağ, tez ve antitezden sonra mutlaka bir senteze muhtaçtır. O da dağılmanın son safhasına giren her insan gibi birdenbire sentezi öğrenmiş, yaşayabilmek için bir merkez edinmişti. 1938’de yazdığı ilk roman, bu semtte, Kadıköy'de geçiyordu. Ona “Kadıköyü'nün Romanı” demişti. Diyebilirim ki insanın hakiki sesini böyle yansız duyuran çok az roman vardır. Bu roman bir semti ve biri diğerine aşık üç genci cisimleştirirken derinde bir sentez de örmüştü. Kadıköyü'nün gözde güzeli Bedriye, semtin ele avuca sığmaz, tabiat aşığı, insandan ve bilhassa kadından kaçan delikanlısına yani Burhan'a aşık olmuştu. Necdet'se tüm kalbiyle Bedriye'ye... İsimler değişir, hikayeler aynı kalır. Burhan, baştan ayağı tabiattı, ham erkek tabiatı. Tezini içgüdüyle tesis eden, sonsuz bir arzuyu sonsuz bir irade ile bağlayan kuvvetli bir mahluk. Bedriye, derin kadınca sezişiyle saçından tırnağına dek histi. İçgüdü ve hissin izdivacından ne olursa o gelmişti başlarına. Şiddetle birleştikleri gibi şiddetle ayrılmışlardı. Necdet'in varlığı, yanıp kavrulan bir us, kalple kavgaya girişmiş bir akıldı. Üçü bir arada düşünüldüğünde tabiat, sanat ve hakikatin birer senteziydiler. Safiye Erol’un insan benliğine doğru yaptığı bu ilk derin dalış, yine insana dair neleri ele vermiyordu ki…
Yeri geldi, ikinci romanı, Ülker Fırtınası'nı sordum ona. "Kendimi en çok ele verdiğim romandı." dedi utangaç bir gülümsemeyle. Romanda Nuran, aldığı Batı terbiyesi ve kendine mahsus şahsiyetiyle erişilmez bir kadındı. Fakat kaderin cilvesi, zaman değişse bile ruhundaki pederşahi hakimiyet hırsı dinmeyen, sığlığı nerede biter derinliği nerede başlar bilinmez bir adamı, udi Sermet'i sevmişti. "Atavizm, demiştim Nuran'ın çekildiği o büyük mıknatısa. Ne kadar Batılı, sizin tabirinizle modern yahut enternasyonel olursak olalım sevmelerimizde tüm ırsi sempatilerimiz uyanır, bir Şarklı gibi sevmek ve sevilmek isteriz. Fakat her şey bir temsildir kızım. O gün öyleydi. Eminim bugün de böyle. Nuran yani Nuran gibiler temsil istemezler, aşkın da elemin de hakikisini ararız biz."
Ciğerdelen romanındaki Cangüzel, atalarının aşk destanını boş yere kayda geçirmiyordu demek... İnsan, ‘tamamlayıcı maddeyi bulmadan vücuda gelemeyen kimya terkipleri gibi’, onu kendi varlığı içinde büsbütün tamamlayacak bir köşe taşını bulmadan büsbütün eksik… Bizde, bizim anlayışımızdan üstün bir tabiat unsuru olabileceğini tam oradan nişan alınıp vurulmadıkça bilmeyiz. Ve tekrar o kutsi noktadan vurulmayalım diye şimdinin içinde geçmişin pişmiş tuğlalarını örerek ilerleriz. O pişmiş, olgunlaşmış tuğlalar elbette önceki kuşakların kahrı ve fahrıyla böyle sağlam. Tereddütün ince bir damar olup o tuğlaları çatlatması ne mümkün... Paracelsus'un bir sözünü hatırladım: "Sağlıklı bir akıl, efendisinin iradesi olmadan içine girilemeyendir." Sağlıklı bir kalp de böyledir, diye ekledi Safiye Erol.
Moda sahili, ufku silinecek kadar kararmıştı ki kabloların ucundan sarkan çıplak ampuller ansızın yandı. Omzumu verdiğim sandalye etimi neredeyse kesmiş. Üzerine dirseğimi koyduğum kitabın sayfaları kırışmış. Beni daldığım alemden uyandıran bu akşam, kim bilir kaç sabaha bedel…