"çocuk, çocukken
kollarını sallayarak yürürdü
derenin ırmak olmasını isterdi
ırmağın da sel
ve şu su birikintisinin de deniz olmasını
çocuk, çocukken
çocuk olduğunu bilmezdi
her şey yaşam doluydu
ve tüm yaşam birdi
çocuk, çocukken
hiçbir şey hakkında fikri yoktu
alışkanlıkları yoktu
bağdaş kurup otururdu sonra koşmaya başlardı
saçının bir tutamı hiç yatmazdı,
ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi."
berlin üzerindeki gökyüzü / arzunun kanatları - wim wenders (1987)
berlin üzerindeki gökyüzü / arzunun kanatları - wim wenders (1987)
bazı filmleri ilk izlediğimde şöyle diyorum: bunu bir gece yarısı elimde kağıt kalemle yeniden izlemeliyim. "berlin üzerindeki gökyüzü" için de aynısını söylemiştim. geçenlerde serinleyen geceleri fırsat bilip yeniden açtım filmi. kağıdımı ve kalemimi hazır ederek. tabi filme rastlamadan evvel filmin bana göre kötü bir hollywood uyarlaması olan "melekler şehrini" izlemiş, "insan olma özlemi taşıyan melek" temasına az çok vakıf olmuştum. (iflah olmaz bir nicolas cage antipatim var. filmi kötü bulmamda sanıyorum payı büyük.)
çok sonraları wim wenders'a rastlayınca meselenin aslında başka olduğunu anlamış oldum. wim wenders (peter handke'yi de anmak lazım) romantizmi dozunda bırakarak olaya daha egzistansiyalist yaklaşmış, aslında insan olmayı isteyen bir meleğin hüzünlü hikayesi üzerinden bize insanoğlunun serencamını anlatmıştı. ve tabi bu anlatım için tercih edilecek güzide şehirlerden biriydi berlin. filmin atmosferini sokaklarıyla, kent kütüphanesiyle, heykelleriyle ihya etmişti. oyunculuk deseniz o biçim. filmin yarısında odaya giren babam peter falk'u görür görmez "aa komiser columbo değil mi bu" dedi heyecanla. sonra oturup yarısından başladığı filmi benimle sonuna kadar izledi. (peter falk'un ayna önünde şapka denerken sergilediği performans, buğulu ses tonu, şehla bakışları, dudağının kenarındaki müstehzi kıvrım... izlerken ben de kendisine defalarca şapka çıkardım.)
filmde ayrıca küçük detaylarla bir görünüp bir kaybolan nick cave var. (tatlım nasıl da young and beautiful) nihayet the carny ve from her to eternty'le boy gösterdiği an, ilk seferki gibi mutluluktan gözlerim yaşardı. wenders, rock müziği için "beethoven'a göre tek alternatif" demiş. nick cave tercihiyle de damak tadını anlamış oluyoruz.
son olarak, yazının başındaki fotoğrafta, elinde nick cave plağıyla büyüleyen trapezci kızımız marion'dan bahsedeceğim. rol için biçilmiş kaftan. hüzünlü ama üzgün olamayacak kadar her şeyin farkında. yalnız, çünkü birini bekliyor. köksüz, hikayesiz... sıradan bir insanla birlikte olamayacak kadar sıradışı. monologları akıldan çıkacak gibi değil. filmin başından itibaren elimde hazır tuttuğum kağıda onun ağzından da iki güzel alıntı düştüm:
"-zaman her yarayı iyileştirir. ama ya zamanın kendisi bir hastalıksa?"
"-sanki acının bir geçmişi yok, her şey gerçek olamayacak kadar güzelleştiğinde bitiveriyor."
bir de uyarısı var marion'un: "dolunayda trapeze binilmez." karar vermenin yeni ayıdır o.
-sahi, dolunayda başka ne yapılmaz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder