7 Şubat 2016 Pazar

Günlerden pazar. Güçlükle uyandım. Yatak beni daha çok içine çekmeden kalkmalı ve kendimi güneşe çıkarmalıydım. Kollarımı sarkıttım önce. Uzanıp gündüzün içinde solan ve yalnız kendi içine ışıyan gece lambasını kapattım. Bir yıldız enkazı gibi kalakaldı masada. "Işığın ışıkta unutuluşu." Üzülme dedim, her gece hemen yanıbaşımda yeniden ve yeniden ışıyacaksın. Yastıklardan tatlı bir uyku kokusu yürüdü burnuma. Gerindim ve yeniden kıvrıldım. Sabah serinliği gelişigüzel dağılmaya başlamıştı yatağın içine. Bacaklarımı henüz sıcak olan yerlere doğru topladım. Yeniden tatlı uyku. Ardından sıçrayarak uyanış. Bu kez kendimden beklenmeyecek bir hızla kalkıp giyindim. Bilgisayarımı ve dün gece birini alıp ötekini bırakarak evire çevire okuduğum üç beş kitabı aynı hızla yerleştirdim çantama. Leonard Cohen'in Görkemli Kaybedenler'i, Elias Canetti'nin Hayvanlar Üzerine'si, Maurice Blanchot'nun Bekleyiş Unutuş'u ve birkaç tane daha. Cüzdanımı ve telefonumu kontrol ettim. Kulaklığım? Yerindeydi. Pasaportum? -Abartma!- Kapıyı çekip kaçar gibi çıktım evden. Arkama bakmadan koşmaya başladım. Nereye gidebilirim? El kaldırıp minibüsün birini durdurdum. Biner binmez de pişman oldum. Yürümem gerekirdi. Yürürken nereye gideceğimi düşünür, bulamamış olsam bile, hiç yoktan, aramış olurdum. Her şeyden ama her şeyden yürüyerek uzaklaşabilirdim. Minibüs beni çabucak götürecekti. Çabucak varacaktım ama nereye? Canım sıkıldı. Yürüyerek uzaklaşamıyorsam okuyarak uzaklaşabileyim diye kitabıma davrandım; Bekleyiş Unutuş. Kaldığım yeri hatırlamadığım için herhangi bir sayfasından başladım okumaya. Zaten bu kitap en çok böyle sarsıyordu insanı. Kitabın en iyi cümlesi o an okuduğunuz herhangi bir yerde çıkıyordu karşınıza:

"Yeniden, yeniden yürüyerek ve her daim yerleşik olarak, bir başka ülke, başka şehirler, başka yollar, aynı diyar."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder