"would you know my name
if i saw you in heaven? "
High Fidelity (Stephen Frears, 2000) filminde Rob'un sorduğu "müzik dinlediğim için mi kederliyim yoksa kederli olduğum için mi müzik dinliyorum" sorusuna kendi adıma bir cevabım vardı: "Müzik dinlemeye daima hissiz, koşulsuz, bomboş bir levha gibi başlarım çünkü ruh durumunu belirleyen müziğe inanırım." diyordum. Pek de bir şey değişmedi. Hala normal seyreden bir günde tek bir şarkıyla ansızın kederlere gark olabiliyorum. (tersi de oluyor elbette.)
Bugün oturduğum bir mekanda tears in heaven çalmaya başladı. Kulak verir vermez peşi sıra şarkının hikayesi belirdi zihnimde. Ve elbette küçük Conor'ın sevimli yüzü, alnına dökülen düz, sarı saçları...
Conor Clapton (Eric'in İtalyan oyuncu Lory'den olan çocuğuydu) New York'un o çok katlı apartmanlarının birinde anlık bir ihmalkarlıkla elli üçüncü kattan düşüp hayatını kaybettiğinde henüz dört buçuk yaşındaydı. Acı hadise benim doğduğum yıl yani 1991'de gerçekleşmişti. Lory'nin anlattığına göre Eric Clapton baba olmayı pek beceremiyordu. Yine de son zamanlarda Conor'la daha çok ilgilenmeye, belki de babalığın ne olduğunu yeni yeni anlamaya başlamıştı. Yazık ki talih ona bu kısa gecikmeyi telafi etme imkanı vermedi.
Büyük acılarda duyular yetersiz kalır. Duyuların yetmediği yerde de sanat yetişir. Tears in heaven, duyuların yetmediği anlar için büyük bir teselliydi artık. Küçücük yaşta yitirilen tüm çocuklar içindi.
Şimdi, yaşadığım bu ülkede art arda öldürülen çocukların haberleriyle kahroluyorum. Üstelik hiçbir teselli kar etmiyor. O masum çocukların cennette, gözyaşının olmadığı bir yerde buluşup el ele tutuştuklarına inanmak istiyorum. Fakat bizim için geride onların ruhlarını solduran canavarlarla aynı dünyada kalacak olmak kötü. Çok kötü...
"i must be strong and carry on
cause i know i don't belong here in heaven"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder