Bugün bile mitoloji dendiğinde aklımıza ilk gelen
Yunan ve Roma oluyor. Mitleri anlama ve yorumlama sürecinde Batı’nın
kendi içinde çok aşamalı, biraz da sancılı bir süreç geçirdiğini biliyoruz. Uygar
toplumların ilkel olanla yüzleşmesi aynı zamanda onu arkaik insanla ve kolektif bilinci temsil eden en eski kutsal anlatılarla da yüz yüze getirmişti. Yüzleşmenin ilk ayağı oldukça çetindi elbette. İlkelin karşısında
kendini uygar olarak konumlandıran toplumlar ilkel olana dair hemen her keşfi ya
küçümsemiş ya da toptan reddetmişti. Cizvitli papazlar bir Mohawk kadınından
rahibe Kateri Tekakwitha’yı yaratmıştı fakat nasıl olmuştu da, her
şeye rağmen Kızılderili mitosu günümüze dek kendini yaşatmayı başarmıştı?
Dünya gömlek değiştirdikçe ve mitler
kutsal-törensel bağlamlarından uzaklaştıkça hemen her toplumda aynı akıbete
uğramışlar. Bir uygarlık mitsel zamandan çıkıp seküler bir bakış açısına
geçtiğinde eski imgeler artık ya hissedilmez ya da bir ölçüde onaylanır. Walter
Benjamin’in bu konuda oldukça yerinde bir tespiti var: “Bir Venüs heykelinin Antik
Yunanlıların bakış açısında yer aldığı bağlamla, Orta Çağ din adamlarının
bakış açısındaki bağlamı arasında kocaman bir fark vardı." Birinciler bu
heykeli bir kült konusu yaparken, ikincilere göre aynı heykel ilençli bir puttu.
Buna rağmen zaman içerisinde yitmeyen ve değişmeyen tek bir şey var ki, o da
yapıtın biricik oluşu. Batı’nın hareket noktası da bu oldu gerçekten. Batılı
araştırmacılar anlatının/yapıtın bu özel atmosferinden yola çıktılar ve ilkel olana
gittikçe daha tarafsız bir yaklaşım geliştirdiler. Merceği kendi toplumları
üzerine doğrulttuklarında ise, kendi arkaik dönemlerinden çağlar ötesine
ulaşacak bir güzel sanatlar mabedi inşa etmeyi başardılar. O mabedin tanrısı sanatın ta
kendisiydi. Sahi ve safi olan her şey onun hizmetinde olmalıydı. Resim, müzik,
tiyatro, edebiyat hatta sinema gibi birçok sanat dalı kana kana içti bu
kaynaktan. Freud çalışmalarında Oedipus’a, Electra’ya atıflar yaptı, oğlunu
yiyen Satürn birçok ressam tarafından defalarca yorumlandı. Kısacası Batı, susuzluğunu
bir nebze olsun bu şekilde gidermeyi başardı fakat ilginçtir onun yanı sıra birçok
toplum da kendi kaynaklarını bırakıp hep bir ağızdan aynı kaynağa yöneldi.
Nitekim biz de içtik, hoş hülyalar gördük, hatta öyle bir dönem geldi ki, Nev-Yunaniyan bile olduk.
Tanzimat devrinde mitolojiye dair
neler yazılıp çizilmiş diye baktığım bir dönem gerçekten çok az sayıda isim ve
eserle karşılaştım. Bunlardan birisi bizim Kamus-i Türkî müellifi olarak da tanıdığımız
ve o dönemde özellikle Türk milliyetçiliği yolundaki çalışmalarıyla adından söz
ettiren Şemseddin Sami’nin Esatir adlı eseriydi. Başta Yunan mitolojisi olmak
üzere Etrüsk, Kıpti, Asuri, Süryani, İran, Hint, Çin, Kelt, Cermen, hatta Peru
mitolojisine kadar birçok toplumun mitolojisine değinen Şemsettin Sami, nedense
bu çalışmasında Türk mitolojisine dair hiçbir başlık açmamış. Kitabın başında,
müellif dibacesi diyebileceğimiz kısma şöyle bir göz attığımızda o dönem
edebiyatçılarımızın mitolojiye bakışını sezmek mümkün oluyor. Cümlelerine
insanın inanma ihtiyacından hareketle başlayan Şemsettin Sami, bu ihtiyaçla
yola çıkanlardan pek azının hidayet meşalesini görüp doğru yola girdiğini de
ilave ediyor. İnsanda bu her koşulda var olan inanma mecburiyeti yine insanların
evvelki cehalet ve noksanlıklarıyla birleşince yazara göre nice garip
inançları, nice garip ayin ve törenleri de doğurmuş oluyor. İşte o nice garip
inançlar, ayin ve törenler dönemin fikriyatında esatir-ül evvelin yahut
Frenklerin tabiriyle mitolocya demekti. Şemsettin Sami’nin meseleye hak-batıl
düalitesiyle daha doğrusu kendi inanç ve medeniyet dairesinden yaklaştığını
söyleyebiliriz elbette:
“Zavallı insanlar! Nereden
geldiklerini, nereye gideceklerini, ne olduklarını bilmeyerek bulundukları
şaşkınlık ve hayretin içinde fevkalade olarak her ne gördülerse ona yaratıcı
nazarıyla bakmaya, faydalı ve zararlı her neyi gördülerse ona tapınmaya mecbur
olmuşlardır. İnsanların bir takımı güneşe, aya, yıldızlara; bir takımı ateşe
havaya suya; bir takımı bir nehre, bir dağa bir taşa, bir ağaca; bir takımı da
timsaha, ineğe, yılana kutsallık verip yüzyıllar boyunca ona tapınmış, onlardan
yardım istemişler ve kendi yaşıtları olan insanları, evlatlarını ve
kardeşlerini bu tanrılara kurban etmek gibi vahşi bir harekette bulunmuşlardır.”
Bu hararetli düşünceler yazının
ilerleyen kısımlarında, özellikle Yunan mitolojisine atıfta bulunurken sanki
biraz yatışır gibi oluyor:
“Eski milletlerin en gelişmişleri
Yunanlılar olduğu gibi eski batıl inançların da en naziği, en hünerlisi, ve
tevile en müsaidi Yunanlıların inançlarıdır.”
Yazının devamında bu inançların
batıllık üzerine kurulmuş olsalar dahi hiç olmazsa bilim, güzel sanatlar ve
benzeri alanlarda ilerlemeyi durdurmayıp aksine bu medeniyetin unsurlarının
telakkisine hizmet ettiklerini de ilave etmekten geri durmuyor Şemsettin Sami. Ona
göre insanlık tarihinin konularından bir mevzu olduğuna göre esatir’in mutlaka
bilinmesi gerekir, hatta Yunanlıların, Romalıların ve İslam’dan önce gelmiş
olan Arap şairlerinin ilmi eserlerini iyice anlayabilmek için, eski milletlerin
tarihini gereği gibi öğrenmek ve farklı konularla ilgili inançsal eserlerden
faydalanmak için elzemdir. İşte tam bu noktada sormadan edemiyoruz. Eski, köklü
bir millet olarak bizim kendi tarihimizi gereği gibi öğrenebilmemiz adına acaba
neden tarihin bu şubesine pek uğramadı yazarlarımız? Sebeplerin başında Türk
mitolojisini yansıtan yazılı ve maddi kültür kaynaklarının Antik Yunan
mitlerine kıyasla yok denecek kadar az olması geliyordu şüpsehiz. Diğer bir
sebep de Tanzimat dönemi yazarlarının henüz tam anlamıyla “biz” diyemiyor
oluşlarıydı belki. Her ne kadar o dönem Türkçülük rüzgârları ağırdan esmeye
başlamışsa da hala daha cihanşümul olmanın, Osmanlı olmanın, çok sesli çok
kültürlü olmanın izlerini derinlemesine taşıyorlardı.
Şemsettin Sami dışında, Nabizade
Nazım’ın Esatir’i, Mehmet Tevfik Paşa’nın Esatir-i Yunaniyan’ı, Mustafa
Nuri’nin M. Edom’dan çevirdiği Tarih-i Esatir adlı çalışması da meseleye benzer
bir bakış açısıyla yaklaşıldığını gösteriyor. Mitolojiden her ne kadar ilm-i
esâtir, ilm-i hurafat şeklinde bahsetmiş olsalar da yaklaşımların çok da ilmi
olmadığı aşikâr. Yalnız Mustafa Nuri’nin eserin ön sözünde getirdiği bir izah
asıl maksadı anlamak açısından önemli görünüyor. Ona göre gençlerin fikrinde
din-i hakikiyenin yüceliğini layıkıyla temellendirmek için tarih-i mukaddes
okuttuktan sonra “esatir-i evvelin” denilen bu hurafeler silsilesini de
tanıtmak gerekir. İnsan eşyanın hakikatini doğrudan doğruya kavrayabilmek adına
her şeyi fazlasıyla mukayese eder ve ancak bu sayede yeni bir keşfe ulaşır
yahut hakikatten bir mana elde etmeyi başarır. Nasıl ki karanlığı aydınlıkla,
sıcaklığı soğuklukla mukayese ettiğinizde mahiyetlerinin bir derece daha iyi anlıyoruz,
işte insanı anlamak istiyorsak onun hak ve batılla olan münasebetinde de benzer
bir kıyas yoluna pekâlâ gidebiliriz. Mustafa Nuri’nin getirdiği bu izah,
dönemin genelinde var olan anlayışı özetler nitelikte.
Tanzimat devri yazarlarının
mitolojiyi daha ziyade batılı kaynaklardan incelediğini ve meseleye kendi inanç
ve medeniyet dairelerinden yaklaştıklarını söylemek mümkün. Çok sonraları, özellikle
folklor ürünü olarak incelenmeye değer görüldüğünde yeniden gündeme gelecek
olan mitoloji bizde hala daha yeterince dillendirilmiş değil. Özellikle
mitlerin modern dünyada varlığını ne şekilde sürdürdüğü, nasıl başkalaşımlar
geçirdiği hararetle konuşuluyorken bizim mitolojimiz sükût suikastına uğramaya
devam ediyor gibi. Edebiyatımızın halkiyat cephesinin bu hususta daha titiz davrandığı
bir gerçek. Ancak mitlerin birçok cepheden anlaşılmaya ve yorumlanmaya ihtiyacı
var. Başlangıçta büyüsel, sonra da dinsel nitelikli kutsal törenlerin
hizmetinde var olan bu ilk anlatılar Jung’un deyimiyle bizim duygusal dip
akıntılarımız. Onlara önlenemez bir biçimde bağımlıyız. Ve bilinç gelişimimiz
ne düzeyde olursa olsun, ne kadar uygar olursak olalım hepimiz ruhumuzun
derinliklerinde durmaksızın mitler var eden arkaik bir insan olmaya devam
ediyoruz.
(Post Öykü Dergisi, 2016 Ekim-Kasım )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder