Bir şeyde tekamül yoksa tekrar vardır. Yaşam ve ölümün kaçınılmaz çemberi dışında başka çemberlere, açmazlara hapsolan her şey kendini mağdur, acıklı, gülünç hale getirene dek aynı duvarlara çarpar, aynı kapalı kapıları zorlar, defalarca yürüdüğü yolları faydasızca yürür.
Başına gelenleri kendinden değil de başkasından bilenin basiretsizliği öyle bulaşıcıdır ki, sıkacak gırtlak derdine düştüğünden etrafında kim var kim yok herkesi bezdirir, soluksuz bırakır. Felekle, yazgıyla, talihle ya da adına her ne denirse onunla kavgaya tutuşan "çileli" insanın tam da kendisine yaraşır cinsten bir can çekişmedir bu. Akıllı kişi, trajedi denen şeyin yazgıyla mücadele etmekten doğduğunu bilir. (Nietzsche'nin "yazgını sev" düsturu romantik bir dışavurum değil akıllıca bir muhakemedir bu yüzden.) Yunan tragedyaları haz düşkünlüğünün, insanın kendi benliğine duyduğu şefkatin ve verili olanla mücadelenin kaçınılmaz neticelerini işler durur. Defaatle tökezlese bile, insanın yaşamına gerçeklik ilkesinden ziyade haz ilkesinin nasıl kuvvetle yön verdiğini uzun uzadıya anlatır.
Meseleye iyi bir izah da Aristo'nun Poetika'sında tragedyalar için dile getirdiği basit bir sınırlamada mevcut:
"Olasılık ya da zorunluluk esasına göre birbirini izleyen olaylar boyunca bedbahtlıktan (dystykhia) bahtiyarlığa (evtykhia) ya da bahtiyarlıktan bedbahtlığa dönüş yapılmasına imkan veren bir süre."
Sahiden çoğu insan ömrü bir çembere hapsolmuş gibi bu süreyle sınırlı ve bu döngüden ibarettir. Mutluluğa koştukça mutsuzluğa varır. Yanılgıdan dönmeyi reddettikçe yenilgiye uğrar. Başını ellerinin arasına alıp düşünen, saplantılarını, korkularını izleyen, düşmanının kendi içinden başka bir yerde konuşlanmadığını gören kişi ise ölüm ve yaşamın verili döngüsü içinde dahi özgür, etkin ve üretkendir. "Ben batanları sevmem." diyen İbrahimî muhakemeden uzaklaşmış, sonsuz bir mukayesede tıkanıp kalmış akılların da tekrara düşmekten başka bir seçeneği yoktur ne yazık ki.
Başına gelenleri kendinden değil de başkasından bilenin basiretsizliği öyle bulaşıcıdır ki, sıkacak gırtlak derdine düştüğünden etrafında kim var kim yok herkesi bezdirir, soluksuz bırakır. Felekle, yazgıyla, talihle ya da adına her ne denirse onunla kavgaya tutuşan "çileli" insanın tam da kendisine yaraşır cinsten bir can çekişmedir bu. Akıllı kişi, trajedi denen şeyin yazgıyla mücadele etmekten doğduğunu bilir. (Nietzsche'nin "yazgını sev" düsturu romantik bir dışavurum değil akıllıca bir muhakemedir bu yüzden.) Yunan tragedyaları haz düşkünlüğünün, insanın kendi benliğine duyduğu şefkatin ve verili olanla mücadelenin kaçınılmaz neticelerini işler durur. Defaatle tökezlese bile, insanın yaşamına gerçeklik ilkesinden ziyade haz ilkesinin nasıl kuvvetle yön verdiğini uzun uzadıya anlatır.
Meseleye iyi bir izah da Aristo'nun Poetika'sında tragedyalar için dile getirdiği basit bir sınırlamada mevcut:
"Olasılık ya da zorunluluk esasına göre birbirini izleyen olaylar boyunca bedbahtlıktan (dystykhia) bahtiyarlığa (evtykhia) ya da bahtiyarlıktan bedbahtlığa dönüş yapılmasına imkan veren bir süre."
Sahiden çoğu insan ömrü bir çembere hapsolmuş gibi bu süreyle sınırlı ve bu döngüden ibarettir. Mutluluğa koştukça mutsuzluğa varır. Yanılgıdan dönmeyi reddettikçe yenilgiye uğrar. Başını ellerinin arasına alıp düşünen, saplantılarını, korkularını izleyen, düşmanının kendi içinden başka bir yerde konuşlanmadığını gören kişi ise ölüm ve yaşamın verili döngüsü içinde dahi özgür, etkin ve üretkendir. "Ben batanları sevmem." diyen İbrahimî muhakemeden uzaklaşmış, sonsuz bir mukayesede tıkanıp kalmış akılların da tekrara düşmekten başka bir seçeneği yoktur ne yazık ki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder