Gün, işaretlerle başlıyor. Daima... Yıkamadan önce içindeki kurumuş telve yumuşasın diye suyla doldurduğum fincanımda, dikey baktığımda Çinceye, yatay baktığımda Sanskritçeye benzeyen bir yazı (belki bir şiir) beliriyor. Düşünüyorum: Şu yeryüzünde biçimi sezmeseydik kolay kolay ad verebilir miydik şeylere?
Şiirin dilde bir gerilemeyle daha doğrusu içe çekilmeyle yazıldığı zamanlardan sonra, şiirin insanın yüzünde bir tokat gibi patlamasını arzulayan Mayakovski, bugün atom bombasından sonra insan ruhunun patlayan şeylere karşı temkinli olmakta ne kadar haklı olduğunu eminim anlayabilirdi. Biz artık sessizlikte iz sürüyoruz. İşaretler, bizi bir yere çıkarmıyor. Ama biçim bir arada tutmaya yetiyor.
Issız düzlüklerde gezinen şiir
Antik çağların ıssız düzlüklerinde, pastoral ezgilerinde, büyülü ormanlarında gezindi şiir. Savaş meydanlarında, arenalarda çarpıştı. İpeklere sarıldı, altın keselerine sokuldu. Kutsal mekanların duvarlarına asıldı, parşömenler üzerine kıvrılıp uzandı, kimi zaman bir kadın bedeninde yaşadı ve kimi zaman bir erkek bedeninde. Gücü de sınadı, güçle de sınandı. Kamış kalemlerin ucunda, divit mürekkebinde, mendil ceplerinde, makine dişlilerinde, daktilo vuruşlarında... Sonra sokakta yattı. Sprey boyaların kırmızısında ve yeşilinde. Kentin varoşlarında ve sanat galerilerinde. Psikiyatri kliniklerinde, meditasyon kamplarında, televizyon şovlarında. Artık şiir, her yerde ve bu yüzden hiçbir yerde. Belki yalnız sessizlikte, yalnızca sessizlikte işitiriz onu yeniden.
Bir karşılaşma diyor John Berger, -buluşmadan farklı olarak- doğası gereği birden ve öngörülemezdir. Bir güzellikle karşılaşma ise daima bir istisnaya tanık olmaktır, o daima oradaki her şeye rağmendir. Bu yüzden bizi kendine çeker. Burada her şeye rağmen, zamanın ruhunu öldüren her şeye rağmen hâlâ bir güzellikle karşılaşabilmek mümkün mü? Neresi burası? Modern bir metropol mü yoksa bir nekropol mü? Yoksa dünyanın her yerinden binlerce insanın sığındığı bir tavan arası mı? Şiiri nerede bulmalı? Onu kentte aramak beyhude, biliyorum.
Derinleştiği bir masadan kalkıp yalnızlaştığı bir masaya otururken insan, hiç değilse, o masanın şöyle güneş alan bir masa olmasını tercih ediyor. Düşüncelerimiz ne kadar soğuk ve duygularımız ne kadar sıcak... Yaz mevsimini tıpkı bir his, kışıysa çetin bir fikir gibi karşılamamız belki bundan. Bir şarkının içinde yürürken New Yorklu bir şairle karşılaşıyorum. Şiirinde hiç durak yok ve elbette ölçüsüz. Yine de içinde biraz serin dağ havası almak mümkün. Bahsettiğine göre New York'ta şairler ceplerinde para yerine şiir taşıyormuş ve birbirlerini merdivenden itmek için fırsat kolluyorlarmış. Ama anlıyorum ki onun gözü şairlerden çok ermişlerde. Şiirini biraz bu çağın ermişliğinde mayalıyor. Sonra şöyle soruyor:
"Peki, etrafımızdaki şeylerle kullandığımız kelimeler arasındaki mesafeyi kırmamak için değillerse ermişler ne işe yarar?"
Ian Dreiblatt, New York'ta, Brooklyn'de yaşıyor. Şiir yazıyor ve Rusçadan çeviriler yapıyor. Etimolojiler, diller ve deyimler arasındaki derin farklılıklar, yazma ve konuşma arasındaki gerginlik, iletişim kurmayı her şeye rağmen mümkün kılan puslu pragmatikler cezbediyor onu. İkimizi ayrı şehirlerde ve ayrı hayatlarda büyüleyen Boşnakça bir sözcük karşılaştırıyor bizi: "dunjaluče" Dünya, işte böyle konuşuyor, bizi birbirimizle konuşturarak... Dreiblatt'ın iki küçük chapbook (şiir broşürü) dışında ilk şiir kitabı "Forget Thee" (Seni Unut)'u Türkçede okumak henüz mümkün değil. Fakat ben Ian'ın şiirinin bize, Türkçenin şairaneliğinin de ona açılacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum.
İşte tam o anda, o plastik sandalye üzerinde biraz soluklanırken çantadan o anda çıkarılacak en doğru kitap, Ian Dreiblatt'ın ilk uzun şiir koleksiyonu, Unut Seni (Forget Thee) olabilir. Mezmur yazarının hatırlayacağına yemin ettiği şeyi unutan bir başlık altında, kitap dünyamızı - Amerika Birleşik Devletleri ve komşu kültürleri - yeni Kudüs olarak hayal ediyor: parçalanmış soy kütüklerinin, kaygan dilin ve kaynayan adaletsizliğin yeri, küresel kapitalizmin korkunç konfeti kültürü tarafından yönetiliyor ve kendi çözülüşünü tamamlamayı bekliyor. Kitap, buranın artık adını hak etmese bile hatırlanmaya değer olduğunu iddia ediyor.
Dreiblatt'ın şiirleri mevcut kültürün işaretlerini birer harabeymiş gibi okuyarak ilerliyor. Şiirler bizi felaketin eşiğine getiriyor ve 21. yüzyılda Amerikan bünyesinin politik sarsıntılarının anlatılmaya değer bir felakete işaret ettiğini öne sürüyor. Kitabın başındaki ve sonundaki şiirler, doğrudan felaketi konu alıyor ve arada, şair hayatta kalan veya geçmişin felaketlerini aktaran şahsiyetlerle - tanrılar ve imparatorlar, öfkeli entelektüeller, tüm çağların şairleri - sohbet ediyor ve belki de şimdi bize neler olduğu hakkında biraz malumat kazandırıyor.
Freud, modern insanın hakikat algısını tepeden tırnağa allak bullak eden üç temel darbeye maruz kalmış olduğunu söylemişti. İlki artık sabit olmadığı için, dünyanın merkezinin artık kendisi olmadığını öğrenmesini sağlayan o "kozmogonik darbe". Ve peşinden gelen "biyolojik darbe": şeceresinin peygamberlere ve/ya mitolojik zamanların tanrılarına dayanmadığı, insanımsı maymunların soyundan geldiği ve de dünyanın temelinin artık aklın doğal ışığı değil, en uygun olanın hayatta kaldığı bir ayıklamayla iş gören kör bir tabiat olduğu, kafasına dank eder insanın. En sonunda da "psikolojik darbe" ile 'benliğinin artık kendi evinin efendisi olmadığı'nın, bilinçdışı ve akıldışı kuvvetlerden müteşekkil bir okyanusun üzerinde gezindiğinin ve "tarih" diye adlandırma alışkanlığında olduğu şeyin, ilkel ve birbiriyle uzlaşmaz içgüdülerin çarpıştığı fecaat sahnesinden ibaret olduğunun ayırdına varır. Günümüz insanı tüm bu darbelerin ardından, hayatta kalabilmek, kutsala dönemese, yeminini unutsa bile hiç değilse anısını yaşatmak için iki arada bir derede kalan melez bir bilinç meydana getirir Daryush Shayegan'ın deyimiyle.
Tüm söylediklerime bir işaret olsun diye, Seni Unut'un içinde, beni Ian'la karşılaştıran o şiirden bir iz bırakıyorum buraya, acemi bir çeviriyle.
dunjaluče
“umarım bu gece biraz serin dağ havası almışsındır
seninle kamp yapmak bir kolayı paylaşmaktan çok daha iyi
umarım eski bir shaker (hristiyan tarikatı) çiftliğinde bir derviş halkasında
yaz rahatlığı için yeni bir rekor kırıyorsundur.
otobüsle eve dönerken, ben geçici olarak yarı saydam bir hale gelene kadar,
seyahatin kutsallığı yerleşikliğin kutsallığına dönüşüyor.
peki, etrafımızdaki şeylerle kullandığımız kelimeler arasındaki mesafeyi kırmamak için değillerse ermişler ne işe yarar?
(…)
karanlığı konuşuyoruz kalbin gerisine hastanelerde, sanayiden kurtarılan çatı katlarında, şehirden kurtarılmış yıkılan evlerde haber bekliyoruz.
her türlü binayı tanıyoruz
türkçe ‘saray’, rusya'nın uzey slavlarının alaycı bir şekilde kulübe anlamına büktüğü ve bosna'nın güney slavlarının başkentleri için ödünç aldığı bir kelimedir
himzo polovina’nın saraybosna hakkında söylediği bir şarkı, telaffuz edemiyorum ama şöyle: dunjalucˇe golem ti si
golem ti si muazzamsın anlamına gelir ve dunjaluk ölümlü, maddi dünya, çözülüp dağılan bir devir
arapça dünya sözcüğüne türkçe -luk eki gelir ve dunjaluce, dünyayla konuşuluyor anlamını verir
aslında biz çok defa
dünyanın konuşabileceğini unutuyoruz
(…)
hey sonsuzdan farklı dünya, sanırım sana rağmen burada bir sonsuzluk buldum.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder