Buzda kaymamak için birbirimize tutunarak -adeta seyirlik bir şeye dönüşerek- nihayet yolun karşısına geçiyoruz. Kaldırım güneş almış, buzu çözülmüş. Artık tutunmadan ve dizlerimizi kırmadan yürüyoruz. Omuzlar geride, eller cepte. Sulu kar paçalarımıza bulaşıyor. Bundan ikimiz de hoşlanmıyoruz. Sessizlik uzun sürünce "ne dinliyorsun" diye soruyor. Kulağımda cızırdayan şeyi o sorunca fark ediyorum ve kulaklığıma bu kez gönülden kulak veriyorum. Nick Cave, o büyülü ve muktedir ses tonuyla hüküm veriyor: "all beauty must die!" Dönüp çocuksu bir inançla "bütün güzellikler ölmeliymiş" diyorum. Sesim caddeden hızla ve hışırtıyla geçen arabaların altında ezilip dağılıyor. Ne dediğimi tam anlamıyor. Ben de anlamıyorum. Bütün güzellikler neden ölmeli anlamıyorum. O esnada caddedeki su birikintisini kızıl deniz misali ortadan ikiye ayırarak geçen bir minibüs ikimizi de baştan aşağıya güzelce ıslatıyor. Kollarımız pergel gibi iki yana açılmış, olduğumuz yerde kalakalıyoruz. Ben cadde kenarından yürüdüğüm için daha fena haldeyim. Hiç gecikmeden minibüsün arkasından öfkeyle bağırıyoruz. Ve göz göze gelince başlıyoruz katıla katıla gülmeye. Gülerken birbirimize yine birbirimizi işaret ediyoruz. Yüzümüzde çamurlu su damlacıkları, kabanlarımız alacalanmış, paçalarımız sırılsıklam, bir elimiz karnımızda ötekinin işaret parmakları birbirine doğrulmuş. Yorulana kadar gülüyor, gülüyor, gülüyoruz. Neden sonra yatışıyoruz. Ufak tefek iç çekişlerin ardından yutkunup doğruluyoruz yerimizde. Kahkahayı noktalayan derin bir soluk... Lokomotifler gibi ağzımızdan buharlar saçarak geri veriyoruz o nefesi. Sonra, sonra işte kahkahadan sonraki malum sessizlik. Bir an için o sessizlikte ikimiz de ilkel ve yabancıyız. Birbirimize boş, anlamsız gözlerle bakıyoruz. Sanki kelimeler henüz icat edilmemiş. Hatta insan düşünebilen bir varlık mıdır, orası bile meçhul. Hafıza denen şeyin yerinde durgun, uçsuz bucaksız bir su var. Sessizlik biraz daha uzun sürse, evrenin yaratılışına tanıklık edebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder