İyi mi yapıyorum böyle yabancıları eve getirmekle? 1930'un Arnavutköyü'nde, uzun beyaz elbisesiyle bahar dalları kadar gencecik bir kızın fotoğrafını o tozlu yığınlar arasında görünce, niye kayıtsızlık ya da çabuk sönecek bir ilgi yerine derin bir iç burkulması duyuyorum? Haziranın yirmi altısı diye tarih düşülmüş. Altmış bir yıl ve bir gün sonra ben doğacağım. Düşülen tarihin üzerinden neredeyse bir asır geçtikten sonra fotoğraf benim elime geçecek. "Aziz kardeşim .........."'. Birisi sanki bozuk paranın taraklı sırtıyla karalamış ismi. Şimdi onun aziz kardeşi benim. Böyle düşünürken annem elinde turuncu bir iple odama giriyor. "Bak, fare dişiymiş bu örneğin adı." Masamda Füruzan'ın okurken yarım bıraktığım öyküsüne dönüyorum: "Bu bahar gününde kapı pencere kapalı oturulmaz a, şarkılı sokağın sakası atına kocaman nazar boncukları almış, Hayriye kız, diyor, ben sıçan dişi yapmayı Mualla abladan öğrendim..." Annemin arkasından sesleneyim diyorum, vazgeçiyorum. Çünkü biliyorum, annem "fare dişi" yapmayı internetten öğrendi. Gün ortasında eskimişliğin buzulları çözülüyor. Ben örgü örmeyi bilmem ama düş kurmayı, vakıa örmeyi bilirim. Bunu da biraz eski fotoğraflardan biraz da Füruzan Abla'dan öğrendim.
Yabancılar eve geldikten sonra yabancı olmaktan çıkıp evin bir ayak basıcısı oluyorlardır. Ya da belki sen, onu her gün bir kez daha öldürüyorsun o bahar dalları kadar gencecik bakışla...
YanıtlaSil