17 Eylül 2016 Cumartesi

Kadının ne olması gerektiğine dair teorilerin dünyadaki erkek sayısı kadar çok olduğunu düşünürsek, tekini bile umursamamak için sayısız nedenimiz var demektir.

9 Ağustos 2016 Salı

27 Temmuz 2016 Çarşamba

"i was a flower of the mountain yes when i put the rose in my hair like the andalusian girls used or shall i wear a red yes and how he kissed me under the moorish wall and i thought well as well him as another and then i asked him with my eyes to ask again yes and then he asked me would i yes to say yes my mountain flower and first i put my arms around him yes and drew him down to me so he could feel my breasts all perfume yes and his heart was going like mad and yes i said yes i will yes."

19 Temmuz 2016 Salı


Belgeselin özellikle bu bölümünü izlerken -ve Phil neredeyse aralıksız içerken- Cohen'in sarhoş cinsiyetsizdir (the drunk is gender-free) başlıklı şiirini anımsadım.

18 Temmuz 2016 Pazartesi


"Bugünün bütün bu insanlarının ne büyük bir özlemle esenliği aradığı ve bu özlemin onları ne acayip yollara sürüklediği bazen dikkatimi çekiyordu. Tanrı’ya inanmaya aptalca, neredeyse yakışıksız bir gözle bakılıyor, Tanrı’dan başka bir sürü öğretiye, isme, örneğin Schopenhauer’e, Buddha’ya, Zerdüşt’e ve daha pek çoklarına inanmakta sakınca görülmüyordu. Kendilerine henüz bir isim yapmamış genç şairler vardı, stilize evlerde kimi heykel ve tabloların önünde görkemli ayinler düzenliyorlardı. Tanrı’nın önünde baş eğmekten utanç duyuyor ama Otrikoli Zeus’unun önünde dize gelebiliyorlardı. Riyazet ehli kişiler vardı sonra, perhizle kendilerine eza ve cefayı reva görüyor, öte yandan süslerinden geçilmiyordu. Tanrıları Tolstoy’du bunların ya da Buddha. Öyle sanatçılarla karşılaşıyordum ki, zarif ve seçkin duvar kağıtlarının, müziğin, yedikleri yiyeceğin, içtikleri şarabın, sürdükleri parfümün, tüttürdükleri puroların cazibesiyle ayrı bir havayı soluyorlardı. Cerbezeli bir şekilde, yapay bir doğallıkla müzik alanındaki akımlardan, renk armonilerinden ve benzeri konulardan söz ediyor, her yerde “kendi orijinallikleri’ni açığa vuracakları bir fırsat kolluyorlardı, bu orijinallik de çoğu kez küçük çapta masum bir kendini aldatıştan ya da zıpırlıktan oluşuyordu. Aslında bütün bu zoraki komedi bana eğlenceli ve gülünç geliyor, öte yandan ne çok özlemin ve gerçek manevi gücün bu komedide alevlenip kısa sürede söndüğünü, sık sık içimde tuhaf bir ürpertiyle algılıyordum. "

-Hermann Hesse, Peter Camenzind

16 Temmuz 2016 Cumartesi



this is not a song, it's an outburst.


14 Temmuz 2016 Perşembe

"Bazen, sinekkuşları suskunken, dünyanın karşısında çürümeye başladığının kokusunu alabiliyorum."

6 Temmuz 2016 Çarşamba

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Gündüzleri göl kenarında karabatakları seyretmenin, geceleri sıcak süt kokusuyla uykuya dalmanın her şeyi iyileştirdiği mucizevi bir yerdeyim. Uyumadan önce sürekli düşlediğim orman kulübesi, çatırdayarak yanan odunlar, rüzgarda gıcırdayan kirişler ve sıcak süt kokusu burada birer birer gerçeğe dönüştü. Tüm bulanık düşler billurlaştı. Pek az insan, çok fazla bitki tanıdım. Ve içimde gittikçe azalan bir şey buldum.

27 Haziran 2016 Pazartesi

Salinger'ın Klişesi


Salinger hakında 2013 yılında hazırlanan belgeseli izlerken dikkatimi çeken önemli bir detaydan bahsedeceğim. Sıkı durun. Jerome David Salinger, hayatına aldığı kadınları hep aynı tarzda sevmiş meğer. Onları genellikle inziva halinde yaşadığı eve götürüp önce biraz mısır patlatmış, sevdiği eski filmleri izletmiş ve kocaman salonda tv'de çalan şarkıyla dansa kaldırıp uzun uzun dans etmiş onlarla. Fakat kendisine haz, ilham, hatta çocuk vermiş olmalarına rağmen neredeyse hiçbir kadın yazı tutkusunun önüne geçememiş. Belgeselde zamanında Salinger'la ilişkisi olan ve hala hayatta kalmayı başaran kadınlar (acımasız bir ifade oldu kabul ediyorum) konuşuyorlar. Onları sırasıyla dinlerken bu benzerlik fazlasıyla göze çarpıyor. 

J. D. Salinger, iyi bir asker, iyi bir yazardı. Mutlaka bir kez delice sevmişti. Fakat ben onun bir türlü doğru kişiyi bulamadığına inanıyorum. Çünkü önüne çıkan her kadında neredeyse aynı taktiği uygulamış. Yani hayatına aldığı insan sayısı kadar kendini tekrarlamış. Ve başta eşsiz, özgün, müstesna olan sevme tarzı, zamanla kocaman, üzücü bir klişe halini almış.

Salinger'ın klişesi, aslında bir çoğumuzun klişesi.  Doğru kişiyi bulamayan herkesin klişesi.





Albüm kapağındaki görsel Bohyun Hoon'a ait. İnsan bedeni üzerine yerleştirilen ve giyotini andıran aynalar, The National'ın giyotini andıran şarkılarıyla uyum içinde.

23 Haziran 2016 Perşembe


"all the world astounds me and i think i understand 
 that we’re going to keep growing, wait and see." 

22 Haziran 2016 Çarşamba

"what is the use of talking
 and there is no end of talking
 there is no end of things in the heart."

19 Haziran 2016 Pazar



Nick Drake, from Keith Morris’s archive

Geride yaşanacak pek bir şey kalmayana dek yaşayanlar, nihayet olabildikleri şey olarak yaşlanır ve ölürler. Fakat sen, sevgili Nick, genç ve güzel bir ihtimal olarak kalacaksın. Daima yirmi altı yaşında, tüm zamanların dışında.

18 Haziran 2016 Cumartesi

Pier Paolo Pasolini, "The Gospel According to St. Matthew" filmi çekimleri için Basilicata'da. 

Filmi izlerken bölgenin yani Basilicata'nın 1960'lardaki hali inanılmaz etkilemişti beni. Pasolini de, karşılaştığı manzaranın saflığından, bitişik nizam yapıların pürüzlü dokusundan ve orada yaşayan insanların özgün hallerinden oldukça etkilenmiş olmalı. Mesela yukarıdaki fotoğrafta bana kalırsa dalgın ya da düşünceli bir Pasolini değil,  eşsiz bir manzara karşısında büyülenmiş bir Pasolini var.
"Müziğin bir süsten, bir oyuncaktan, boş hayatlarınızı süsleyen sesli bir duvar kağıdından daha fazla bir şey olduğu bilmem hiç aklınıza geldi mi krallar, kraliçeler, asilzadeler?"

- Anthony Burgess, Mozart & The Wolf Gang

17 Haziran 2016 Cuma


They went home and told their wives,
that never once in all their lives,
had they known a girl like me,
But... They went home.

They said my house was licking clean,
no word I spoke was ever mean,
I had an air of mystery,
But... They went home.

My praises were on all men's lips,
they liked my smile, my wit, my hips,
they'd spend one night, or two or three.
But...

-They Went Home, Maya Angelou

15 Haziran 2016 Çarşamba


"İnsanların, aralarındaki masa sayesinde bile olsa herhangi bir bağ kurmaları, şanstır."

11 Haziran 2016 Cumartesi

"Beneath my hands
your small breasts
are the upturned bellies
of breathing fallen sparrows."

(Ellerimin altında
Küçük göğüslerin
Daldan düşmüş nefes nefese serçelerin
Yukarı bakan karınları)

- Leonard Cohen, Beneath My Hands


6 Haziran 2016 Pazartesi



"İnsanı kendi içinde kapalı tutan, çevresine aşılmaz duvarlar ören, hatta, sanki toprağa gömen şey nedir her zaman bilemeyebilir ama gene de bir takım parmaklıkların, kapalı kapıların, duvarların varlığını hissederiz. Bütün bunlar hayali mi, kafamda uydurduğum fantaziler mi? Sanmıyorum. Sonra soruyorum kendi kendime: "Tanrım! Daha çok sürecek mi bu? Hep mi böyle sürüp gidecek? Sonsuzluğa dek mi? Kişiyi bu esaretten çekip kurtaran nedir bilir misin? Çok derin ve ciddi sevgi. Dost olmak, kardeş olmak, sevmek... En üst erk ile, sanki sihirli bir güç ile hapishanenin kapısını açan bu işte. Bu olmadı mı insan ömür boyu hapiste yaşıyor...

Duygu birliğinin yeniden doğduğu yerde yaşam yeniden başlar."

Van Gogh - Theo'ya Mektuplar

4 Haziran 2016 Cumartesi

"Derler ki, diğer tanrıları ve yaratılmış gerçekliği eleştiren Yunan tanrısı Momus, balçıktan yaptığı insanın kalbine, tüm duygu ve düşünceler kolayca gün ışığına çıkabilsin diye bir pencere koymadığı için Vulkan'ı suçlamış. Tristram Shandy amcası Toby'nin karakterini tasvir ederken işte bu mite göndermede bulunur. Eğer bir Momus penceresi açılmış olsaydı, "bir adamın karakterini öğrenmek için bir iskemle alıp yavaşça, dışarıdan bakınca içi görünen bir arı kovanına yaklaşır gibi yaklaşmak ve bakmak yeterli olacaktı - çıplak ruhunu izlemek için..."

27 Mayıs 2016 Cuma


"Sadece müzik var, ilişkilerimin sürekli iyi olduğu." diyor Paul Klee. Bunu her şeyden önce bir ressam olarak söylüyor. Kaldı ki insan, hayatını adadığı şeyle çatışır en çok. Müzik o daimi çatışmayı dindirebilen yegane sihir belki. Aşağıda 1900'lü yıllara ait fotoğrafta Paul Klee en sağda. Elinde fırçasıyla değil, kemanıyla. Ve mutlak bir dinginlik halinde olduğunu var sayabiliriz. 




16 Mayıs 2016 Pazartesi


- at least we still have Leonard Cohen.

13 Mayıs 2016 Cuma

"love's function is to fabricate unknownness"

12 Mayıs 2016 Perşembe


The Doors by Henry Dilts, Los Angeles, 1969

27 Nisan 2016 Çarşamba

"Geleneklerimiz yalan söylememişti, çünkü onlar insaniydi ve bu dünya hakkındaki cehaletlerine rağmen insanı biliyorlardı; bizler, bu dünyayı iyi bilen bizler, hatta giderek daha fazla kötüye kullanacak kadar iyi bilen bizler ise insanı bilmemeye başlıyoruz - imkanımız olmadığından değil, bizi kendimize dair kör eden bir hüner gösterisi nedeniyle."

-Alberto Caraco, Kaosun Kutsal Kitabı 

24 Nisan 2016 Pazar

-Tanrı, şeyleri sadece oldukları şey olarak görmekten korusun bizleri. Sanrı da, en az tanrı kadar, bizimle olsun.

19 Nisan 2016 Salı


- home is where the music is.
-Eşyanın tabiatına aykırı bir yerleşiklik, bu düzende yeri olmayan bir kargaşa. Konuşmanın başka türlüsü, susmanın başka türlüsü. Bir günü nasıl geçirdiğim, geceyi kullanıma nasıl soktuğum, nasıl kara rüya akladığım tam bir muamma.

17 Nisan 2016 Pazar


do i stay


or run away?

25 Mart 2016 Cuma


in the mood for love - wong kar wai


2046 - wong kar wai


happy together - wong kar wai

16 Mart 2016 Çarşamba

"Geleneksel olarak öyle inanılırdı ki bakış bir tür elleme, dokunmadır. Eski Yunanlılar bakmaktan kişinin ruhunun ellerini ötekine uzatması olarak söz ederdi; sana baktığım zaman ruhum senin yüzüne dokunmak üzere kollarını uzatır ve ikimizin arasında bir ilişki kurar. Bu ilişkiye ‘vizyon’ diyorlardı."

- Ivan Illich, We the People (1996)

12 Mart 2016 Cumartesi

"Bir otelde buluşuyoruz
Radyo için bir sürü bozuk parayla
Şaşkınız hâlâ sevgili olabildiğimiz için
Birbirimize ait değiliz
Ama sevgiliyiz hâlâ
Bizi usulca saran
Ve gizleyemediğimiz
Çirkin niyetler ve eski el alışkanlıkları
Özel okşamalar, ateşleyen sözcükler
Sözünü etmediğimiz açlıklar
Yalnızca aşıkların yapabileceğini yapıyoruz
Bir armağan yaratıyoruz gereksinimden
Katlayıp koltukların üstüne koyduğumuz giysilere bakıyoruz
Artık modayı izlemediğimizi görüyorum
Ve kendi tenlerimizle yetindiğimizi
Tanrım mutluyum hiçbir şeyi unutmadığımız
Ve bu dünyada birbirimizi
Yıllarca sevebildiğimiz için"

- Leonard Cohen

11 Mart 2016 Cuma

27 Şubat 2016 Cumartesi


"Ey Tanrı'm, Sabahın Mükemmel. Senin Dünyanda İnsanlar Canlı. Asansördeki Küçük Çocukları Duyabiliyorum. Uçak Gerçek Mavi Gökyüzünde Uçuyor. Ağızlar, Kahvaltılarını Ediyor. Radyo Elektrikle Dolu. Ağaçlar Mükemmel. Sivrilikler Köprüsünde Gezinen İnançsızların Seslerini Dinliyorsun. Ruhunun Mutfağa Girmesine İzin Verdim.Batı Saati De Senin Fikrin. Hükümet Ilımlı. Ölüler Beklemek Zorunda Değil. Birisinin Neden Kan İçmek Zorunda Olduğunu Sen Bilirsin. Ey Tanrı'm, Senin Sabahın Bu. İnsan Kalça Kemiğinden Yapılmış Bir Trompette Bile Müzik Var. Buz-Kutusu Bağışlanacak. Senin Olmayan Herhangi Bir Şey Düşünemiyorum. Hastanelerin Kedilerine Ait Olmayan Kanser Çekmeceleri Var. Mesozoik Sular Ölümsüz Görünen Deniz Sürüngenleriyle Dolu. Kangurunun Ayrıntılarını Sen Bilirsin. Ville Marie Meydanı Büyüyüp Bir Çiçek Gibi Düşüyor Senin Dürbününe. Gobi Çölü'nde Eski Yumurtalar Var. Mide Bulantısı Senin Gözünde Bir Depremdir. Dünyanın Bile Bir Bedeni Var. Ebediyen Gözetleniyoruz. Moleküler Şiddetin Ortasında. Sarı Masa Kendi Şekline Sıkı Sıkıya Bağlı. Sarayın Hizmetkarları Tarafından Sarıldım. Duam Zihnime Düşecek Diye Korkuyorum. Istırap Bu Sabah Bir Yerlerde Açıklandı. Gazetenin Yazdığına Göre Gazete Kağıdına Sarılmış Bir İnsan Embriyosu Bulunmuş Ve Bir Doktordan Şüphe Ediliyormuş. Oturduğum Mutfakta Seni Tanımaya Çalışıyorum. Küçük Kalbimden Korkuyorum. Kolum Neden Bir Leylak Ağacı Değil, Anlayamıyorum. Korkuyorum Çünkü Ölüm De Senin Fikrin. Artık Beni Senin Dünyanı Tarif Etmeye Zorlamadığını Düşünüyorum. Banyo Kapısı Kendiliğinden Açılıyor Ve Ben Korkudan Titriyorum. Ey Tanrım, Senin Sabahının Mükemmel Olduğuna İnanıyorum. Hiçbir Şey Eksik Gerçekleşmeyecek. Ey Tanrım, Eğitimime Olan Tutkunun İçinde Yapayalnızım Ama Senin İçinde Daha Büyük Bir Tutku Olmalı. Senin Sabahında Büyük Harflerle Başlayan Bir Sürü Sözcük Yazan Bir Yaratığım. Dualarımın Harabesinde Saat Yedi Buçuk. Arabalar Uzaklaşırken Senin Sabahında Kımıldamadan Oturuyorum. Ey Tanrım, Eğer Sıcak Yolculuklar Varsa tırmanırken Edith'in Yanında Ol. Eğer Istırabı Hak Ettiyse F'nin Yanında Ol.Üç Yüz Yıl Önce Ölen Catherine'in Yanında Ol. Görmezlikten Gelişimiz Ve Enkaz Doktrinlerimizde Yanımızda Ol. Hepimiz Senin Görkeminle Eziyet Görmüşüz. Bir Yıldızın Kabuğunda Yaşamamıza Sebep Oldun. F. Son Günlerinde Büyük Acılar Çekti. Catherine Gizemli Makinenin Merdanesinde Her Saat Ezildi. Edith Acı İçinde Haykırdı. Zamanın Bu Sabahında Yanımızda Ol. İyiliğin son kırıntılarını kaybeerken Yanımızda Ol. Mutfak Geri Gelirken Yanımda Ol. Lütfen Özelikle Radyoda Dini Müzikler Ararken Yanımda Ol. Çalışmamın Aşamalarında Yanımda Ol Çünkü Beynim Kendini Kırbaçlanmış Hissediyor Ve Başkan'ın Ağıtında Meraklı Bir Parazit Ya Da Dağ İçindeki Kumsalda Yanan Çıplak Bir Kambur  Gibi Senin Sabahında Yaşayabilecek Kusursuz Bir Şey Yapmak İçin Yalvarıyorum."

7 Şubat 2016 Pazar


“When someone shows you who they are believe them; the first time.”  -Maya Angelou
Günlerden pazar. Güçlükle uyandım. Yatak beni daha çok içine çekmeden kalkmalı ve kendimi güneşe çıkarmalıydım. Kollarımı sarkıttım önce. Uzanıp gündüzün içinde solan ve yalnız kendi içine ışıyan gece lambasını kapattım. Bir yıldız enkazı gibi kalakaldı masada. "Işığın ışıkta unutuluşu." Üzülme dedim, her gece hemen yanıbaşımda yeniden ve yeniden ışıyacaksın. Yastıklardan tatlı bir uyku kokusu yürüdü burnuma. Gerindim ve yeniden kıvrıldım. Sabah serinliği gelişigüzel dağılmaya başlamıştı yatağın içine. Bacaklarımı henüz sıcak olan yerlere doğru topladım. Yeniden tatlı uyku. Ardından sıçrayarak uyanış. Bu kez kendimden beklenmeyecek bir hızla kalkıp giyindim. Bilgisayarımı ve dün gece birini alıp ötekini bırakarak evire çevire okuduğum üç beş kitabı aynı hızla yerleştirdim çantama. Leonard Cohen'in Görkemli Kaybedenler'i, Elias Canetti'nin Hayvanlar Üzerine'si, Maurice Blanchot'nun Bekleyiş Unutuş'u ve birkaç tane daha. Cüzdanımı ve telefonumu kontrol ettim. Kulaklığım? Yerindeydi. Pasaportum? -Abartma!- Kapıyı çekip kaçar gibi çıktım evden. Arkama bakmadan koşmaya başladım. Nereye gidebilirim? El kaldırıp minibüsün birini durdurdum. Biner binmez de pişman oldum. Yürümem gerekirdi. Yürürken nereye gideceğimi düşünür, bulamamış olsam bile, hiç yoktan, aramış olurdum. Her şeyden ama her şeyden yürüyerek uzaklaşabilirdim. Minibüs beni çabucak götürecekti. Çabucak varacaktım ama nereye? Canım sıkıldı. Yürüyerek uzaklaşamıyorsam okuyarak uzaklaşabileyim diye kitabıma davrandım; Bekleyiş Unutuş. Kaldığım yeri hatırlamadığım için herhangi bir sayfasından başladım okumaya. Zaten bu kitap en çok böyle sarsıyordu insanı. Kitabın en iyi cümlesi o an okuduğunuz herhangi bir yerde çıkıyordu karşınıza:

"Yeniden, yeniden yürüyerek ve her daim yerleşik olarak, bir başka ülke, başka şehirler, başka yollar, aynı diyar."

27 Ocak 2016 Çarşamba

Bir şeyi birine doğrudan, içinden geldiği gibi söylemeyi düşündüğünde anlaşılmamayı, başına yıkılacak dünyayı, taşacak denizleri, göçecek yolları hesaba katabilirsin. İyi ve kötü bütün ihtimalleri art arda sıralayabilirsin. Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı fikrine kapılır, hatta bunu bile isteye göze alabilirsin. Defalarca karar verip defalarca vazgeçebilirsin. Ama söyleyeceğin şeyi öylece, katıksız söylediğinde bunların hiçbiri olmayacak. Belki o gece rüzgarın yönü değişecek, gökyüzü bulutlanacak, dünyanın öteki ucundaki bir adam yalnız yatağında ansızın ölecek, buzullar biraz daha eriyecek, yer altında bir nehir sessizce yatağını değiştirecek, afrika'nın yoksul kabilelerinden birinde bir salgın hastalık baş gösterecek, kuzey avrupa'da bir kadın çok sevdiği bir grubun konserinde alkol komasına girecek, burma boynuzlu keçilerin nesli tükenecek ve neyse ki bunların hiçbirinin senin doğrudan söylediğin şeyle alakası olmayacak. Sen sadece söylemiş olacaksın. Karşındaki duymuş olacak. Hepsi bu.

24 Ocak 2016 Pazar

şarkı söylemek için açıklayıcı bilgiler


"Evin tüm aynalarını kırmakla başlayın işe, kollarınızı salıverin, dalgın dalgın duvara bakın, kendinizi unutun. Tek bir nota söyleyin, içinizde dinleyin. Taşların arasından çıkan ateşlerin, yarı çıplak ve çömelmiş siluetlerin olduğu korkuyla kaplı bir manzaraya benzer bir şeyler duyuyorsanız (ama bu daha sonra gerçekleşecek) iyi yolda olduğunuzu düşünüyorum, aynı şekilde sarı ve siyah boyalı kayıkların yüzdüğü bir nehir duyuyorsanız, bir ekmek tadı, bir parmak dokunuşu, bir at gölgesi duyuyorsanız, yine iyi yoldasınız."

-Julio Cortazar

12 Ocak 2016 Salı


As the mist leaves no scar
On the dark green hill,
So my body leaves no scar
On you, nor ever will.

When wind and hawk encounter
What remains to keep?
So you and I encounter
Then turn, then fall to sleep.

As many nights endure
Without a moon or star,
So will we endure
When one is gone and far.

- Leonard Cohen

ne iyiyim ne de sürrealist

Andre Breton Meksika'ya gidip "sen sürrealistsin" diyene dek Frida Kahlo sürrealist olduğundan habersizdi. Aynı şey değil belki ama, birisi gelip iyi olduğumu söyleyene dek gerçekten iyi olup olmadığımı asla bilemeyeceğim sanırım.

10 Ocak 2016 Pazar


Roy DeCarava, Window and Stove (1951)
Yüksek ateşten sayıklayan bir insanı dinlediniz mi hiç? Gözlerinizin içine baka baka akıl almaz şeyler söyler.  Yıllar önce ölmüş biriyle az önce telefonda konuştuğunu söyleyebilir mesela. Ya da tavanda gezen birinin topuklarını gösterir size. Dehşete kapılırsınız çünkü arayan kişinin ölü olduğunu, tavanda kimsenin gezmediğini bilirsiniz. Yine de ona inanmış gibi yaparsınız. 
Ne diye dalgınlıkla yürüyüp geçmemiştim önünden. Niye gözlerim görecek onca insan arasından hiç tereddütsüz onu seçmişti. Durmadan yılmadan devinen kalabalık arasında o niçin, niçin, niçin bir cümlenin sonuna gelmiş gibi ansızın durmuştu, yüzü  bana dönük, öylece... Her şey bir anda oluverdi diyelim, bir bakış ötekini buldu ve tatlı-sıcak-turuncu bir kıvılcımla karşıladı. Diyelim ki, çok daha derinlerde ılık bir nehir yatağını buldu. Usul usul yürüyüp şu herkesin bildiği düzlüğe döküldü. Yayıldıkça yayıldı, kendini doğurdu. Daha söylenmeden anlaşıldı birçok şey, temassız hissedildi. Yani olacak oldu ve iki insan bir bakışla uzaktan uzağa uzlaştı diyelim. Niçin yetmedi bu kadarı. 


“Songs are like windows – sometimes they’re trapdoors – and memories come cartwheeling out. You just have to deal with them.”

-Peter Milton Walsh

3 Ocak 2016 Pazar

kahkahadan sonraki sessizlik



Buzda kaymamak için birbirimize tutunarak -adeta seyirlik bir şeye dönüşerek- nihayet yolun karşısına geçiyoruz. Kaldırım güneş almış, buzu çözülmüş. Artık tutunmadan ve dizlerimizi kırmadan yürüyoruz. Omuzlar geride, eller cepte. Sulu kar paçalarımıza bulaşıyor. Bundan ikimiz de hoşlanmıyoruz. Sessizlik uzun sürünce "ne dinliyorsun" diye soruyor. Kulağımda cızırdayan şeyi o sorunca fark ediyorum ve kulaklığıma bu kez gönülden kulak veriyorum. Nick Cave, o büyülü ve muktedir ses tonuyla hüküm veriyor: "all beauty must die!" Dönüp çocuksu bir inançla "bütün güzellikler ölmeliymiş" diyorum. Sesim caddeden hızla ve hışırtıyla geçen arabaların altında ezilip dağılıyor. Ne dediğimi tam anlamıyor. Ben de anlamıyorum. Bütün güzellikler neden ölmeli anlamıyorum. O esnada caddedeki su birikintisini kızıl deniz misali ortadan ikiye ayırarak  geçen bir minibüs ikimizi de baştan aşağıya güzelce ıslatıyor. Kollarımız pergel gibi iki yana açılmış, olduğumuz yerde kalakalıyoruz. Ben cadde kenarından yürüdüğüm için daha fena haldeyim. Hiç gecikmeden minibüsün arkasından öfkeyle bağırıyoruz. Ve göz göze gelince başlıyoruz katıla katıla gülmeye. Gülerken birbirimize yine birbirimizi işaret ediyoruz. Yüzümüzde çamurlu su damlacıkları, kabanlarımız alacalanmış, paçalarımız sırılsıklam, bir elimiz karnımızda ötekinin işaret parmakları birbirine doğrulmuş. Yorulana kadar gülüyor, gülüyor, gülüyoruz. Neden sonra yatışıyoruz. Ufak tefek iç çekişlerin ardından yutkunup doğruluyoruz yerimizde. Kahkahayı noktalayan derin bir soluk... Lokomotifler gibi ağzımızdan buharlar saçarak geri veriyoruz o nefesi. Sonra, sonra işte kahkahadan sonraki malum sessizlik. Bir an için o sessizlikte ikimiz de ilkel ve yabancıyız. Birbirimize boş, anlamsız gözlerle bakıyoruz. Sanki kelimeler henüz icat edilmemiş. Hatta insan düşünebilen bir varlık mıdır, orası bile meçhul. Hafıza denen şeyin yerinde durgun, uçsuz bucaksız bir su var. Sessizlik biraz daha uzun sürse, evrenin yaratılışına tanıklık edebiliriz.