31 Aralık 2018 Pazartesi

Kar ve Süpürge


Süpürgeler, her kış olduğu gibi, kapıları kardan açılmayan evlerin yardımına koşmak için yola düşmüşlerdi. Uysallıkla kendilerini ev sahiplerine (bazen yaşlı bir kadın, genç bir kız ya da kırklı yaşlarda tecrübeli bir uşak olabiliyordu) teslim edecekler, kürekle yığın yığın kazınan kardan geriye kalanları tatlı, tanıdık bir senfoni eşliğinde süpüreceklerdi. En önde yürüyen küçük süpürge ilk kez çıkıyordu bu göreve. Kar acemisiydi. Şimdiye dek, doğup biçildiği, derilip toplandığı yerde yalnızca yaz avlularını süpürmüş, bazen güz yapraklarıyla oynaşmış, bazen de korkutmak bahanesiyle amansız kedilere ya da tez canlı sansarlara fırlatılmıştı. Karda yürümek hepsinden çok daha güç bir tecrübeydi. Varacakları yere gidene dek kendi aralarında, çok çok eskiden atalarının iyi ya da kötü yürekli cadılara, büyücülere nasıl yoldaşlık ettiklerine dair hikayeler anlatırlar, Ulu Tanrı'nın inayetiyle yeniden sıradan insanların hizmetine girdiklerinden hoşnut olarak birbirlerine uçma özlemini asla ama asla hatırlatmazlardı. Eskiler, hakikat çocukların ağzından konuşur derler. Küçük süpürge yolculuğun orta yerinde durup gökyüzüne bakarak ansızın şöyle deyiverdi:

"Bir zamanlar kırlar, korular, dağlar ve dereler üzerinde dolaşabiliyorken, şimdi yalnız yeryüzünde yaşamak ve saçımızı süpürge etmek size de biraz can sıkıcı gelmiyor mu?"

Topluluğun en büyük süpürgesi, onu başından tutup şöyle bir çekiştirdi. Bir ikazdı bu. Öteki süpürgeler tebessüm ettiler ve onu hiç duymamış gibi yaptılar ama her seferinde gökyüzüne kaçamak bakışlar atmayı sürdürdüler. Nihayet varacakları köy, köydeki hanelerin nazlanarak tüten bacaları yavaş yavaş bembeyaz ufukta belirmeye başlıyordu. Küçük süpürge ilk kez gördüğü bu manzara karşısında büyülenmişti. Pencerelerin gerisinde sayısız uykulu yüz sabırla onların gelmesini bekliyordu. Ne güzel bir karşılanma, dedi içinden. Bu sonsuz beyazlıkta bir an kendini bulutların üzerinde uçuyormuş gibi hissetti. Yüreği doldu, sapları gevşedi ve arkasına dönüp heyecanla bağırdı:

"Uçabiliyorum!"


- Dürdane İsra Çınar


Hiroshi Hamaya, "Snow counrty children going to a New Year's event, covered in straw capes to protect them from the weather", Niigata, 1956

20 Aralık 2018 Perşembe

Sonluyu kurcalayan ve sonsuza uzanan “Dil"


Hiçlikten doğan/gelen diğer her şey gibi edebiyat da ilk olarak eşyaya tutunur. Elbette bir kopuşun, (cennetten dünyaya düşüşün) uzantısı olan 'dil’le yapar bunu. Dil'in temelde insanın eşyayla temasından doğduğunu biliriz. (Hatta varlık da kendini böyle yeniler, bir bebeğin dokunduğu ilk şeyde...)

Bütün bir ifade gücüne rağmen dil ne yalnızca gerçeğin ne de gerçek olmayanın yanındadır. Haliyle büyük anlatıların değişmez doğrularına, ahlak derslerine imkân tanıdığı kadar şeylerin ruhuna ve onların sessizliğinden gelen belirsizliğe hatta safsataya da imkân tanır.

Felsefe ve edebiyat, bunu peş peşe keşfettiğinde dünyada kocaman bir hakikat krizi patlak vermişti. Dilin sanıldığının aksine insana hiçbir güvence sunmadığının keşfedildiği andı bu. Çünkü dil, evini yani anlam ağını tıpkı bir örümcek gibi boşluğun etrafında örüyordu. Gerçekte bir anlamı/doktrini yoktu, onda anlamın bir hayali/kurgusu vardı yalnızca.

“Bir kişinin bir kelimeyle kastettiği bir diğerininkiyle tamı tamına aynı değildir ve her farklılık, ne kadar küçük olursa olsun, sudaki bir halka gibi yayılır dilin bütününe. Bu yüzden her anlama aynı zamanda bir anlamama, düşünce ve duygulardaki her mutabakat aynı zamanda bir ayrılıktır”
(Chul Han)


- Dürdane İsra Çınar

16 Aralık 2018 Pazar

14 Aralık 2018 Cuma

Haset

"Nasıl ki tutkulu bir çağda heyecan birleştiren ilkeyse, çok düşünen ve tutkudan yoksun olan bir çağda da haset negatif bir birleştirici ilkedir. Ancak bu, etik bir suçlama olarak yorumlanmamalıdır; tefekkür fikri, böyle söylenebilirse eğer, hasettir, o yüzden de eylemi bakımından iki yönlüdür: Bireyin içinde bencildir ve çevresindeki toplumun bencilliğine yol açar, bu şekilde de ona karşı işler.

Tefekkürdeki haset (bireyin içindeki) onun tutkulu bir karar almasına engel olur. Eğer birey bir an tefekkürün boyunduruğundan kurtulmayı başaracakmış gibi görünürse, hemen etrafını çevreleyen tefekkürün karşıtı tarafından durdurulur. Tefekkürden fışkıran haset insanın iradesini ve kuvvetini hapseder. Bireyin önce kendi tefekkürünün bağlarından kendini kurtarması gerek, ama o zaman bile serbest değildir. Kendisini, etrafındakilerin tefekkürüyle oluşmuş uçsuz bucaksız bir hapishane içinde bulur, çünkü kendi tefekkürüyle olan ilişkisi yüzünden kendi çevresindeki tefekkürle de belli bir ilişkisi vardır. Bu ikinci hapislikten, durumun yanlışlığını ne kadar açık seçik algılarsa algılasın, ancak dinsel içebakış aracılığıyla kaçabilir. Tefekkür, elindeki bütün araçları kullanarak insanların, hem bireyin hem de çağın bu şekilde hapsolduğunu anlamasına engel olur; despotlarla ya da rahiplerle ya da soylularla ya da gizli polisle değil, tefekkürün ta kendisiyle hapistir ve bunu, tefekkür ihtimalinin tek bir karardan çok daha üstün olduğunu dile getiren gönül okşayıcı ve kibirli bir görüşle yapar. Bencilce bir haset bireyden öyle taleplerde bulunur ki, çok fazla şey isteyerek onu hiçbir şey yapamaz hale getirir. Onu çocuğuna düşkün bir anne gibi şımartır, çünkü adamın içindeki haset kendini başkalarına adamasına engel olur. Dahası, onu çevreleyen haset, ki burada başkalarını haset ederek yer alır, olumsuz ve ciddi anlamda kıskançtır.

Fakat daha ileri götürüldükçe tefekkürün kıskançlığı daha açık biçimde manevi bir hınç [misundelse: haset, hınç] olur. Kapatılmış bir yerdeki hava nasıl zehirli hale gelirse, tefekkür tutsaklığı da, eğer eylem ya da herhangi bir olayla havalandırılmazsa suçlanmayı hak eden bir hınç geliştirir. Tefekkürde gerilimin durumu (ya da dediğimiz gibi gerginlik) bütün yüksek güçlerin etkisini yitirmesine yol açar, nerede ne kadar aşağı ve iğrenç şey varsa hepsi öne çıkar, yüzsüzlüğü aldatıcı kuvvet etkisini gösterir, kendi aşağılıklığıyla korunurken hıncın dikkatini çekmekten kaçınır.

İnsanın sürekli yükseklerde kalamayacağı, herhangi bir şeye hayran olmayı sürdüremeyeceği insan doğasının temel bir gerçeğidir. İnsan doğası çeşitlilik ister. En heyecanlı çağlarda bile insanlar kıskançlıkla kendilerinden üstün olanlarla ilgili şakalar yapmaktan hep hoşlanmışlardır. Bu son derece normal ve tamamen savunulabilir bir şeydir, yeter ki büyük olana güldükten sonra onlara bir kere daha hayranlıkla bakabilsinler; aksi halde attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değmez. Bu şekilde heyecanlı bir çağda bile hınç kendine bir çıkış kapısı bulur. Daha az heyecanlı bile olsa bir çağ hınca uygun karakterini verecek kuvvete sahip olduğu sürece ve bunun ne ifade ettiği konusunda kararını vermişse, hınç, tehlikeli olsa da, kendi önemine sahiptir. Örneğin eski Yunan’da hınç sürgüne gönderme [ostracism] biçimini almıştı, yığınların seçkin olanın göze batan nitelikleri karşısında kendi dengelerini korumak için başvurdukları adeta bir nefsi müdafaa gayreti. Göze çarpan adam sürgüne gönderiliyordu; fakat herkes ilişkinin ne kadar diyalektik olduğunu anlıyordu, sürgün üstünlük işareti olarak kalıyordu. Bu yüzden, Aristophanes ruhunun çok önceki bir dönemini temsil edecek şekilde, tamamen önemsiz bir kişinin diktatör olmasındansa sürgüne gönderilmesi daha ironik olurdu, çünkü sürgün büyüklüğün negatif işaretidir. Ama yine de hikâyenin sonunu, insanların sürgüne göndermiş oldukları adamı onsuz yapamayacakları için geri çağırmalarıyla bitirmek çok daha iyi olurdu, o zaman sürgüne gittiği ülke için tam bir gizem olurdu; çünkü onun hakkında kayda değer bir şey bulamamış olacaklardı. Aristophanes “Atlılarda -tıpkı Tibet’te Dalai Lamanın dışkısına tapmaları gibi yozlaşmanın son halinin bir resmini çizer; bayağı ayaktakımı, temsilcilerinde kendi kirlerini akıllarına getirdikleri zaman biterler; ve bu, bir demokraside bir monarşideki tahtı açık artırma usulü satmayla kıyaslanabilecek bir yozlaşma derecesidir. Fakat hınç hâlâ bir karaktere sahip olduğu sürece, sürgün negatif bir üstünlük işaretidir. Aristides’e, “Aristides’ın tek dürüst adam olduğunu duymaya tahammül edemediği için” sürgüne gitmesi yönünde oy kullandığını söyleyen adam, Aristides’ın seçkin bir kişi olduğunu yalanlamıyordu, kendisi hakkında bir şeyi itiraf ediyordu. Kendisinin üstünlükle olan ilişkisinin, hayranlığın mutlu aşkı yerine, kıskançlığın mutsuz aşkı olduğunu itiraf ediyordu; ama bu üstünlüğü küçümsemeye kalkışmıyordu.

Öte yandan, tefekkür ne kadar üste çıkar ve böylece insanları tembelleştirirse, hınç da o kadar tehlikeli hal alır; çünkü artık kendi öneminin farkında değildir. O karakterden yoksun olan tefekkür korkaktır ve bocalar, duruma göre de aynı şeyi değişik şekillerde yorumlar. Buna bir şakaymış gibi davranmaya çalışır, o olmazsa hakaret gibi bakar, o da olmazsa hiçbir şey değilmiş gibi başından atmaya çalışır; aksi halde bu şeye bir espri gibi bakacaktır, o olmazsa o zaman dikkate değer bir ahlâki hicvi kastettiğini söyler, o da başarılı olmazsa, boşver gitsin diyecektir.

Bu şekilde hınç karakter eksikliğini oluşturan ilke olur, acınası biçareliğinden dolayı gizlice belli bir yer edinmeye çalışır, sürekli hiçbir şey olmadığını kabul ederek kendini korur. Karakter eksikliğinin yol açtığı hınç üstünlük farkının gerçekten fark olduğunu asla anlayamaz, üstünlüğü negatif (sürgünde olduğu gibi) kabul ederek kendini de anlayamaz, onu aşağıya çekmek ister, farklılık ortadan kalkacak şekilde küçümsemek ister. Ve hınç kendini sadece bütün varolan üstünlük biçimlerine karşı korumakla kalmaz, ayrıca hâlâ gelecek olana karşı da korur."

-Soren Kierkegaard


23 Kasım 2018 Cuma

Yazarın Belleği’nden Firar Eden Karakter

“O zaman bileğimi daha çok sıktı ve acıyla bağırdım. Sonra çok sakin ama dehşet uyandıran bir sesle Kayıp Cennet’ten üç dize okudu:
‘Senden istedim mi, Tanrım, çamurumdan/ Bana insan sureti vermeni, Senden diledim mi/ beni karanlıktan çıkarıp yüceltmeni?’ Lanet nüfus cüzdanımı ver, dedi.”
-Peter Carey, Bir Sahtekâr Olarak Hayatım


‘Yazarın Belleği’nden Firar Eden Karakter

Bir anlatı kişisinin iradesi gerçekten de onu yazan elin bilinci kadar mıdır? Yoksa yazarına ve okuruna sezdirmeden karakter kendi akıbetini kendisi mi belirler? 

Sorumuz biraz da şuna benziyor galiba: Aynaya baktığımızda acaba ayna da bize bakıyor mudur? Daha doğrusu bizden yansıyan ve sınırlı olduğunu varsaydığımız bir gerçeklik kazanan şey, tıpkı bizim gibi bir görüş ve bilinç kazanabilir mi?

Nietzsche’ye atfedilen meşhur söz, kurgusal düzlemde sorularımıza bir nebze yanıt bulabileceğimize inandırıyor bizi:  “Bir uçurumun içine baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakar.”

Son zamanlarda bu soruları daha sık sormamıza neden olan şey, şüphesiz kurmaca biçiminde farkına vardığımız bazı değişimler. Özellikle anlatım tutumu ve karakter ilişkisindeki köklü değişim, yazar sesinde ciddi bir kısılma meydana getirdi. Anlatıcılar ve başkarakterler arasında ahenksiz ilişkilerden ahenkli ilişkilere doğru bir ilerleyiş, metnin kendi dili ile bilinç dili arasındaki azami mesafeden asgari mesafeye bir geçiş söz konusu. Ortaya konan metinler giderek anlatıcıları dışlayan bir iç-monolog metinleri haline geldi. Böylece anlatı kahramanı alıştığımız biçimde olay örgüsüne hizmet eden ya da bir durumu/kesiti belirleyen o bilindik rolden sıyrılarak bizzat anlatım tutumunu belirleyen aktif bir role büründü. Yazarının bilincinden kopup bir öz-bilinç geliştiren ve dümeni eline alan karakterlere artık çok sık rastlıyoruz.

Bahsettiğimiz karakteri konumlandırabilmek adına E.M. Foster’ın düz” (flat) karakter ve “yuvarlak/çember” (round) karakter ayrımını hatırlamakta fayda var. Düz karakterler, tipik bir davranış sergileyen, hatta davranışları büyük ölçüde öngörülebilir olan anlatı karakterleridir. Dünyadaki çeşitli örneklerine gönderme yapıldığında kolaylıkla tanınabilir, hatta bize benzer başka anlatı karakterlerini kolaylıkla anımsatabilirler. Çember karakterler ise birbiriyle çatışan hatta çelişen farklı karakteristik özelliklere sahiptirler ve düz karakterlerin aksine onların davranışları öngörülemezdir. Sonsuz bir değişime açık olduklarından okuru sıklıkla hayrete düşürürler. Yine Foster’ın tespitine göre düz karakter daha belirgin hatırlanır çünkü onlarda hatırlayacak daha az şey vardır. Çember karakter ise hatırlanmanın ötesinde okurda güçlü bir yakınlık uyandırır. Anlatı ormanından çıktığımızda dahi onları  gerçek birer insan gibi hatırlarız. Alışılmadık bir biçimde bizden ve tüm karmaşık doğalarına rağmen kabul edilebilirdirler.

Roman türünde olduğu kadar öyküde de bu mesele üzerine düşünen yazarlarımız oldukça fazla. Murat Gülsoy, Yazarın Belleği isimli öyküsünde “kendini bilme yeteneği” ile var ettiği bir karakter üzerinden üst-kurmacanın sınırlarını zorlayarak alışılmadık bir öykü kişisi ve anlatım tutumu geliştirir. Öykü kişisi, tıpkı rüyada olduğunun bilincinde olan bir insan gibi, kurmaca bir metnin sınırları içinde henüz yazılmakta olduğunun bilincindedir. Üstelik yazarının belleğinde onunla birlikte eş zamanlı olarak gezinebilme ve bir dedektif gibi ayrıntıları eşeleyebilme özgürlüğüne de sahiptir. Öykünün tamamının kendinin bilincinde olan bu öykü kişisinin ağzından aktarıldığına şahit oluyoruz. Elbette aktarım çift taraflı ilerliyor. Yani iki bilinç –yazar ve karakter bilinci- okura eş zamanlı olarak sunuluyor:

“Yukarıdaki sözleri ederken bellekteki yolculuğum sürüyordu. O koridorlarda gezinirken, yarım bırakılmış öyküler mezarlığı ile karşılaştım. İnsanın tüylerini diken diken eden, kasvetli bir yer. Burada, ölü doğmuş ya da yaşamasına izin verilmemiş öyküler, öykü kişileri, kurgular, olay parçaları gömülüydü. Bazıları inanılmaz derecede kısaydı. Kimileri birkaç cümleden ibaretti. Yazarımın bu mezarlığa sık sık uğramadığını hemen anladım. Belli ki burada, hayal âleminin sonsuz karanlığında ebedi uykularından kaldırılıp onlara bir kez daha can verildiği çok seyrek oluyordu. İçim ürperdi. Ya ben de bu mezarlıktaki yerimi çok geçmeden alırsam? Ya öykümün son noktasını göremezsem?”

Sıradan bir çember karakterin, daha doğrusu yazar bilinciyle sunulan karakterin varoluşçu sorgulamalarına rastlamak bizi pek şaşırtmaz çünkü kendisine biçilen rol gereği üzerine düşeni yapmakta olduğunu biliriz. Ancak kurmaca bir gerçekliğin içerisinde var olduğunun farkında olan, öz-bilinç sahibi bir karakterin kendi akıbetini bilme arzusu ve bu akıbetten endişe duyması son derece başka bir durum. Yazarın yarattığı karaktere bir çeşit irade tayin etmesi, kendini gizleyerek “bilinmek” istemesi aslında çok daha derin bir varoluşçuluğun izlerini taşır: 

“Şanslı olduğumu kabul ediyorum. Ve de bu yaratma işinin ciddi bir iş olduğunu düşünüyorum. Yani bilinç verdiğiniz bir varlığı canınız sıkıldıktan sonra bir tarafa atamazsınız. Mademki o kişiye bir farkında oluş ‘ihsan ediyorsunuz’, mademki Tanrı’ya özeniyor ve onun akıl almaz yaratıcılığını kendi küçük dünyanızda yinelemek istiyorsunuz o halde onu ortada bırakamazsınız! Onu yarım bırakılmış öyküler mezarlığına atmak, birini canlı canlı mezara koymaktan başa nedir?”

Bir başka Frankenstein vakasıyla daha karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Yalnız bu kez bu kurmaca yaratığın belirsiz ve alışılmadık yazgısını onu var eden kişiden değil bizzat kendi ağzından dinleriz. Öykü kişisi, varoluşunu beğense bile, bir yüze ya da bir isime sahip olmak istediğini dile getirir. İnsanların kendisini yüzüne bakarak tanımalarını, yüzünden okumalarını arzular. Ayrıca net bir olay örgüsünden de mahrumdur ve bu belirsizlik epey canını sıkar: “Gerçek bir kahraman olmam için şart olan serüven ne zaman karşıma çıkacak acaba? Belki Siz bilebilirsiniz sevgili okur. Ne de olsa sayfaları atlayıp benim geleceğimi görebilme hakkınız var.”

Gülsoy, anlatıda olay örgüsü klişelerini sorgulatırken öte yandan tahkiyenin bir olaya yaslanması gerektiğine dair gerçekliği de vurgulamış olur. Öykünün devamında yazar karakterine bir sahne hazırlar. Bir kadınla masada oturmaktadır öykü kişisi. Fakat belirsizlik içindeki bilme tutkusu onu öyle sıkmıştır ki yazarının bir sonraki hamlesini bekleyecek sabrı kalmaz. Masada tam karşısında oturan kadını bıçaklar ve anlatıdan yani yazarın kalemiyle belirlenen yazgısından kaçar. Bu beklenmedik hamle karşısında yazar bile şaşkındır. Firari bir öykü kişisinin peşinde koşmaktan kurguya bir türlü yetişemez. Öykü kişisi yazarın belleğinden firar etmiştir ancak kısa sürede buna pişman olur. Çok karanlık, çok daha belirsiz bir taslağın içerisinde kendi ifadesiyle "arafta" sıkışıp kalmıştır. Tekrar geri dönmek, yaratıcısının tayin edeceği tüm serüvenlere gözü kapalı atılmak ister. 

İşte anlatıcı sesinde meydana gelen ve giderek artan bu kısılmanın, çember karakterin “açık uçlu” yapısıyla farklı bir anlatım tutumu geliştirilerek nasıl telafi edildiğine şahit oluyoruz. Ayrıca öykü kişisi ile anlatım tutumu ilişkisinin sandığımızdan çok daha derin, karmaşık, birbirini geliştirip dönüştüren bir yapıya sahip olduğunu da söylemek mümkün. Kurgunun çift yönlü ve birbirine açımlanan bir tarzda ilerlediği anlatılarda yazar bir karakteri konuştururken aslında karakter de yazarı konuşturuyordur. Tıpkı aynaya baktığımızda,  aynanın da bize bakması gibi...

(Hece Öykü, Haziran 2017)



15 Kasım 2018 Perşembe

"Yaratmaktan beni peşinen yılgıya düşüren: ne diyeceğimi bilemememdir. Daha açık bir ifadeyle, formüle edilmemiş evrenle bilinç arasında köprümü nasıl kuracağımı bilemememdir. Bir dil türetmeliyim kendime."

-Exupery

22 Ekim 2018 Pazartesi

Zihnin Duygusal Dip Akıntıları "Mitler" ve Edebiyatımızdaki İzdüşümleri


Bugün bile mitoloji dendiğinde aklımıza ilk gelen Yunan ve Roma oluyor. Mitleri anlama ve yorumlama sürecinde Batı’nın kendi içinde çok aşamalı, biraz da sancılı bir süreç geçirdiğini biliyoruz. Uygar toplumların ilkel olanla yüzleşmesi aynı zamanda onu arkaik insanla ve kolektif bilinci temsil eden en eski kutsal anlatılarla da yüz yüze getirmişti. Yüzleşmenin ilk ayağı oldukça çetindi elbette. İlkelin karşısında kendini uygar olarak konumlandıran toplumlar ilkel olana dair hemen her keşfi ya küçümsemiş ya da toptan reddetmişti. Cizvitli papazlar bir Mohawk kadınından rahibe Kateri Tekakwitha’yı yaratmıştı fakat nasıl olmuştu da, her şeye rağmen Kızılderili mitosu günümüze dek kendini yaşatmayı başarmıştı?

Dünya gömlek değiştirdikçe ve mitler kutsal-törensel bağlamlarından uzaklaştıkça hemen her toplumda aynı akıbete uğramışlar. Bir uygarlık mitsel zamandan çıkıp seküler bir bakış açısına geçtiğinde eski imgeler artık ya hissedilmez ya da bir ölçüde onaylanır. Walter Benjamin’in bu konuda oldukça yerinde bir tespiti var: “Bir Venüs heykelinin Antik Yunanlıların bakış açısında yer aldığı bağlamla, Orta Çağ din adamlarının bakış açısındaki bağlamı arasında kocaman bir fark vardı." Birinciler bu heykeli bir kült konusu yaparken, ikincilere göre aynı heykel ilençli bir puttu. Buna rağmen zaman içerisinde yitmeyen ve değişmeyen tek bir şey var ki, o da yapıtın biricik oluşu. Batı’nın hareket noktası da bu oldu gerçekten. Batılı araştırmacılar anlatının/yapıtın bu özel atmosferinden yola çıktılar ve ilkel olana gittikçe daha tarafsız bir yaklaşım geliştirdiler. Merceği kendi toplumları üzerine doğrulttuklarında ise, kendi arkaik dönemlerinden çağlar ötesine ulaşacak bir güzel sanatlar mabedi inşa etmeyi başardılar. O mabedin tanrısı sanatın ta kendisiydi. Sahi ve safi olan her şey onun hizmetinde olmalıydı. Resim, müzik, tiyatro, edebiyat hatta sinema gibi birçok sanat dalı kana kana içti bu kaynaktan. Freud çalışmalarında Oedipus’a, Electra’ya atıflar yaptı, oğlunu yiyen Satürn birçok ressam tarafından defalarca yorumlandı. Kısacası Batı, susuzluğunu bir nebze olsun bu şekilde gidermeyi başardı fakat ilginçtir onun yanı sıra birçok toplum da kendi kaynaklarını bırakıp hep bir ağızdan aynı kaynağa yöneldi. Nitekim biz de içtik, hoş hülyalar gördük, hatta öyle bir dönem geldi ki, Nev-Yunaniyan bile olduk.

Tanzimat devrinde mitolojiye dair neler yazılıp çizilmiş diye baktığım bir dönem gerçekten çok az sayıda isim ve eserle karşılaştım. Bunlardan birisi bizim Kamus-i Türkî müellifi olarak da tanıdığımız ve o dönemde özellikle Türk milliyetçiliği yolundaki çalışmalarıyla adından söz ettiren Şemseddin Sami’nin Esatir adlı eseriydi. Başta Yunan mitolojisi olmak üzere Etrüsk, Kıpti, Asuri, Süryani, İran, Hint, Çin, Kelt, Cermen, hatta Peru mitolojisine kadar birçok toplumun mitolojisine değinen Şemsettin Sami, nedense bu çalışmasında Türk mitolojisine dair hiçbir başlık açmamış. Kitabın başında, müellif dibacesi diyebileceğimiz kısma şöyle bir göz attığımızda o dönem edebiyatçılarımızın mitolojiye bakışını sezmek mümkün oluyor. Cümlelerine insanın inanma ihtiyacından hareketle başlayan Şemsettin Sami, bu ihtiyaçla yola çıkanlardan pek azının hidayet meşalesini görüp doğru yola girdiğini de ilave ediyor. İnsanda bu her koşulda var olan inanma mecburiyeti yine insanların evvelki cehalet ve noksanlıklarıyla birleşince yazara göre nice garip inançları, nice garip ayin ve törenleri de doğurmuş oluyor. İşte o nice garip inançlar, ayin ve törenler dönemin fikriyatında esatir-ül evvelin yahut Frenklerin tabiriyle mitolocya demekti. Şemsettin Sami’nin meseleye hak-batıl düalitesiyle daha doğrusu kendi inanç ve medeniyet dairesinden yaklaştığını söyleyebiliriz elbette:

“Zavallı insanlar! Nereden geldiklerini, nereye gideceklerini, ne olduklarını bilmeyerek bulundukları şaşkınlık ve hayretin içinde fevkalade olarak her ne gördülerse ona yaratıcı nazarıyla bakmaya, faydalı ve zararlı her neyi gördülerse ona tapınmaya mecbur olmuşlardır. İnsanların bir takımı güneşe, aya, yıldızlara; bir takımı ateşe havaya suya; bir takımı bir nehre, bir dağa bir taşa, bir ağaca; bir takımı da timsaha, ineğe, yılana kutsallık verip yüzyıllar boyunca ona tapınmış, onlardan yardım istemişler ve kendi yaşıtları olan insanları, evlatlarını ve kardeşlerini bu tanrılara kurban etmek gibi vahşi bir harekette bulunmuşlardır.”

Bu hararetli düşünceler yazının ilerleyen kısımlarında, özellikle Yunan mitolojisine atıfta bulunurken sanki biraz yatışır gibi oluyor:

“Eski milletlerin en gelişmişleri Yunanlılar olduğu gibi eski batıl inançların da en naziği, en hünerlisi, ve tevile en müsaidi Yunanlıların inançlarıdır.”

Yazının devamında bu inançların batıllık üzerine kurulmuş olsalar dahi hiç olmazsa bilim, güzel sanatlar ve benzeri alanlarda ilerlemeyi durdurmayıp aksine bu medeniyetin unsurlarının telakkisine hizmet ettiklerini de ilave etmekten geri durmuyor Şemsettin Sami. Ona göre insanlık tarihinin konularından bir mevzu olduğuna göre esatir’in mutlaka bilinmesi gerekir, hatta Yunanlıların, Romalıların ve İslam’dan önce gelmiş olan Arap şairlerinin ilmi eserlerini iyice anlayabilmek için, eski milletlerin tarihini gereği gibi öğrenmek ve farklı konularla ilgili inançsal eserlerden faydalanmak için elzemdir. İşte tam bu noktada sormadan edemiyoruz. Eski, köklü bir millet olarak bizim kendi tarihimizi gereği gibi öğrenebilmemiz adına acaba neden tarihin bu şubesine pek uğramadı yazarlarımız? Sebeplerin başında Türk mitolojisini yansıtan yazılı ve maddi kültür kaynaklarının Antik Yunan mitlerine kıyasla yok denecek kadar az olması geliyordu şüpsehiz. Diğer bir sebep de Tanzimat dönemi yazarlarının henüz tam anlamıyla “biz” diyemiyor oluşlarıydı belki. Her ne kadar o dönem Türkçülük rüzgârları ağırdan esmeye başlamışsa da hala daha cihanşümul olmanın, Osmanlı olmanın, çok sesli çok kültürlü olmanın izlerini derinlemesine taşıyorlardı.

Şemsettin Sami dışında, Nabizade Nazım’ın Esatir’i, Mehmet Tevfik Paşa’nın Esatir-i Yunaniyan’ı, Mustafa Nuri’nin M. Edom’dan çevirdiği Tarih-i Esatir adlı çalışması da meseleye benzer bir bakış açısıyla yaklaşıldığını gösteriyor. Mitolojiden her ne kadar ilm-i esâtir, ilm-i hurafat şeklinde bahsetmiş olsalar da yaklaşımların çok da ilmi olmadığı aşikâr. Yalnız Mustafa Nuri’nin eserin ön sözünde getirdiği bir izah asıl maksadı anlamak açısından önemli görünüyor. Ona göre gençlerin fikrinde din-i hakikiyenin yüceliğini layıkıyla temellendirmek için tarih-i mukaddes okuttuktan sonra “esatir-i evvelin” denilen bu hurafeler silsilesini de tanıtmak gerekir. İnsan eşyanın hakikatini doğrudan doğruya kavrayabilmek adına her şeyi fazlasıyla mukayese eder ve ancak bu sayede yeni bir keşfe ulaşır yahut hakikatten bir mana elde etmeyi başarır. Nasıl ki karanlığı aydınlıkla, sıcaklığı soğuklukla mukayese ettiğinizde mahiyetlerinin bir derece daha iyi anlıyoruz, işte insanı anlamak istiyorsak onun hak ve batılla olan münasebetinde de benzer bir kıyas yoluna pekâlâ gidebiliriz. Mustafa Nuri’nin getirdiği bu izah, dönemin genelinde var olan anlayışı özetler nitelikte.

Tanzimat devri yazarlarının mitolojiyi daha ziyade batılı kaynaklardan incelediğini ve meseleye kendi inanç ve medeniyet dairelerinden yaklaştıklarını söylemek mümkün. Çok sonraları, özellikle folklor ürünü olarak incelenmeye değer görüldüğünde yeniden gündeme gelecek olan mitoloji bizde hala daha yeterince dillendirilmiş değil. Özellikle mitlerin modern dünyada varlığını ne şekilde sürdürdüğü, nasıl başkalaşımlar geçirdiği hararetle konuşuluyorken bizim mitolojimiz sükût suikastına uğramaya devam ediyor gibi. Edebiyatımızın halkiyat cephesinin bu hususta daha titiz davrandığı bir gerçek. Ancak mitlerin birçok cepheden anlaşılmaya ve yorumlanmaya ihtiyacı var. Başlangıçta büyüsel, sonra da dinsel nitelikli kutsal törenlerin hizmetinde var olan bu ilk anlatılar Jung’un deyimiyle bizim duygusal dip akıntılarımız. Onlara önlenemez bir biçimde bağımlıyız. Ve bilinç gelişimimiz ne düzeyde olursa olsun, ne kadar uygar olursak olalım hepimiz ruhumuzun derinliklerinde durmaksızın mitler var eden arkaik bir insan olmaya devam ediyoruz. 

(Post Öykü Dergisi, 2016 Ekim-Kasım )

15 Ekim 2018 Pazartesi

Şimdiye dek Roland Barthes'ın birçok yazısını okudum. Ama beni en çok etkileyenlerden biri (belki de kendi yazınının bir sınır metni olduğu için) Kış Bahçesi Fotoğrafı ismiyle anlattığı o itiraflar dizisi oldu. Camera Lucida'nın ikinci bölümünde yer alıyordu bahsettiğim yazı. Kitabın ön sözünde okuduğum kadarıyla çoğu, Barthes'ın ölümüne yakın bir zamanda yazdığı yazılardı ve sanıyorum bana tesir eden şeylerden ilki onun daimi bir varsayan olarak salt bir gerçeklikle yani ölümle yüzleşme biçimiydi. Ölüm, biricik varlığın olanaksız biçimi olarak tam karşısındaydı. Çok sevdiği annesinin ölümünden sonra, onun öldüğü evde tek başına oturmuş (lambanın cılız ışığında kırışan alnının gölgesi çarpık burnuna düşmüş, dudağının ucunda sigarasıyla, evet tam da böyle düşlüyorum onu) birer birer resimlerine bakmıştı. Zaman içinde, geriye doğru taradığı fotoğraflar arasında, annesinin en son, en bitkin düşmüş haliyle çekildiği fotoğrafından başlayarak 1898 yılına kadar gelmiş, onun henüz küçücük bir kızken, erkek kardeşiyle birlikte kış bahçesi adını verdikleri yerde tuhaf bir uyumsuzlukla poz verdiği fotoğrafını görmüştü. Çocukluğun, annenin ve çocuk olan annenin egemen iyi'sine bakmıştı gözünü kırpmadan.

"Küçük kızı inceledim ve sonunda annemi yeniden keşfettim. Yüzünün farklılığı, ellerinin nahif tavrı, kendini ne öne çıkararak, ne de saklayarak uysalca aldığı yeri ve son olarak O'nu tıpkı İyi ile Kötü gibi büyümüş rolü oynayıp aptalca sırıtan güzel çocuktan ayıran yüz anlatımı - tüm bunlar egemen bir günahsızlığın (bu sözcüğü etimolojisine göre, yani "zarar vermem" olarak alırsak) biçimini oluşturuyor, fotoğrafik pozu O'nun yine de tüm yaşamı boyunca sürdürdüğü o savunulmaz paradoksa dönüştürüyordu: bir yumuşaklığın savunulması. Bu küçük kızın görüntüsünde O'nun kimseden miras almadığı ve O'nun varlığını bir anda ve sonsuza dek biçimlendiren nezaketi görüyordum..."

Roland Barthes, kalbin ağına düşmesinler diye alışkın olduğu o dilin (göstergebilimin) bütün teçhizatıyla donatmış düşüncelerini yazı boyunca. Yine de yas, en iyi, eşyanın huzurunda tutuluyor. Başka başka fotoğraflarda rastlıyor o eşyalara; fildişi bir pudra kutusu (kapağının çıkardığı o sesten ne denli hoşnut olduğunu da ekliyor) kesme kristal bir şişe, alçak bir iskemle, büyük çantalar... Bunların her biri, yavaş yavaş zihnin kabuğundan sızarak gerçek bir kederi, içine tüm varlığıyla düşmek istediği anne özlemini besliyor. Yeryüzünde onu ilk kez kucaklayan kolların yokluğu. Öze (raison d'être) ulaşmak arzusuyla tırmanmak ve göremeden aşağı inmek. Sisifus gibi hep yeniden başlamak... O gün, başlamayı reddettiği yerde, annesinin o kış bahçesindeki haline bakıp "bundan sonra toptan ve diyalektik dışı ölümümü beklemekten başka yapacağım bir şey kalmamıştı" derken kapıldığı yeis onu annesinin ölümünden tam üç yıl sonra kendi ölümüne götürecekti. 

"Kış bahçesi fotoğrafını bulmadan kısa süre önce annem zayıf, ama çok zayıf düşmüştü. Ben O'nun zayıflığını yaşadım (güç dünyasına katılmak, akşamları dışarı çıkmak olanaksızdı benim için; toplumsal yaşam beni korkutuyordu.) Hastalığı sırasında O'na baktım, içmesi daha kolay olduğu için sevdiği çay tasını tuttum O'na; O benim küçük kızım olmuş, ilk fotoğrafındaki asıl kızla bütünleşmişti. Brecht'te hayran olduğum bir dönüşümle anneyi (politik olarak) eğiten çocuktur; ama ben annemi hiç eğitmedim, O'nu hiç başka bir şeye dönüştürmedim; bir bakıma O'nunla hiç "konuşmadım" O'nun için O'nun karşısında hiç "nutuk çekmedim"; biz birbirimize o türden hiçbir şey söylemez, dilin uçarı önemsizliğinin ve havada asılı kalan görüntülerin, aşkın asıl mekanı ve müziği olması gerektiğini düşünürdük. En sonunda O'nu kendi kadar güçlü olan iç kanunum ve kız çocuğum olarak yaşamıştım. Benim Ölüm'ü çözümleme yolum buydu. Bunca filozofun söylediği gibi Ölüm ırkın acı zaferiyse, tikel tümelin doyumu için ölüyorsa, birey kendinden öte bir şey olarak üredikten sonra ölüyor ve böylece kendini yadsıyor ve aşıyorsa, o zaman döl vermeyen ben, en hasta anında annemi dünyaya getirmiştim."


(devam edecek...)


Barthes ve annesi, Henriette.



21 Eylül 2018 Cuma


Yürüyerek uzaklaşan, hem arkasındaki kargaşadan kopan uğultuyu işitir hem de tam karşısında boylu boyunca uzanan o bilinmez ufuktan yükselen çağrıya kulak verir. Koşanlar, kendi kalplerinin gümbürtüsünden başka bir şey duymazlar. Aceleden tık nefes kesilmiş birinin dolaşan dili ya da kelimesizliği, dilini yalnızca anlamı ziyan etmeden konuşabileceğine inandığı zamanlarda kullanmayı yeğleyenin kelimesizliğinden elbette farklıdır. Koşmayı da yürümeyi de çoktan bırakmışların yerleşik bir düzenle nakşettikleri kelimelerden de pek anlamaz. Onun en sevdiği nakış, yürürken yeryüzünde bıraktığı ayak izleridir.



25 Ağustos 2018 Cumartesi


Letter from Siberia ( 1957 ) By Chris Marker


10 Ağustos 2018 Cuma

Bu dünyada bekleniyorduk biz!


"Dante'ye göre zaman tarihin içeriğidir, tarihle eş zamanlıdır. Aksine, tarihin amacı zamanı dağılmadan bir arada tutmaktır. Ve böylece aynı zaman peşinde ve içinde olanlar birbirlerinin kardeşi ve yoldaşı olurlar."

-Osip Mandelştam

"Eskileri kuşatmış olan havanın soluğu bize değip geçmez mi? Kulak verdiğimiz seslerde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur? Kur yaptığımız kadınların tanımadıkları kız kardeşleri olmamış mıdır? Böyleyse eğer, bizimle geçmiş kuşaklar arasında gizli bir anlaşma var demektir: Bu dünyada bekleniyorduk biz!

-Walter Benjamin




Imogen Cunningham • Rondal and Padraic (1922)


9 Ağustos 2018 Perşembe




 - all flowers in time bend towards the sun.

"The misuse of language induces evil in the soul." - Socrates

Kelimeler. Her birimizin kelime seçiminde, (yine onların yardımıyla) dostluklar kuruşunda, aşık oluşunda, anne baba oluşunda, büyük adam oluşunda yalanların payı ne kadar? Bunu bilmek önemli çünkü bir ruhun ne kadar dayanıksız olduğunu, kötülükle ne oranda iş birliği yaptığını anlamanın daha iyi bir yolu yok. Dili herhangi bir kar amacıyla kötüye kullanmak, onu gerçek manada suistimal etmek, kötü zanlarla yormak, ruhta telafi edilmesi imkansız bir hasar bırakıyor. İnsan, diliyle ele verir kendini ve yine diliyle alı koyar kötülükten. Gerçek bu. Ve sırf gerçek olduğu için görmezden gelinmesi bu kadar kolay. Belki daha çok uzun yıllar aynı gerçeği kolayca göz ardı edip, yansımalarda oyalanıp, gölgelerde uyumaya devam edeceğiz. Daima iyiye gidip bir türlü iyileşmeyen o şeyin aslında "dil" olduğunu bilerek.


23 Temmuz 2018 Pazartesi

Karanlık ve geri dönülmesi imkansız her an, yaşamın eşiklerinde yeniden belirir. Tıpkı bir rüyadan sıçrayarak uyananların gözlerinde dönüp duran küçük koyu lekeler gibi. Belirir ve ansızın kaybolur. İnsan asıl muammanın Tanrı olduğunu iddia eder durur. Halbuki o insanda ve eşyada apaçık... Görebilen her göz için görünmeye hazır. Bense daima insanın büyük bir muamma olduğuna inandım ve buna inanmaya devam ediyorum. Onu çözmeye her yaklaştığımda yine kendime varıyorum. Kimin karanlığı daha eskiyse ona koşmak, bilmediğim her dille baştan çıkmak, reçinelerin, yosunların, kabukların, süsenlerin, kanın ve terin rayihasını sevmek, çok sevmek, çok düşünmek... Teskin olmanın sayısız yolunu tadıp olamamak ve bu büyük muammanın içinde yitmemek için yazmak... Elimden gelen bu.

20 Temmuz 2018 Cuma

2 Temmuz 2018 Pazartesi

"would you know my name 
if i saw you in heaven? "


High Fidelity (Stephen Frears, 2000) filminde Rob'un sorduğu "müzik dinlediğim için mi kederliyim yoksa kederli olduğum için mi müzik dinliyorum" sorusuna kendi adıma bir cevabım vardı: "Müzik dinlemeye daima hissiz, koşulsuz, bomboş bir levha gibi başlarım çünkü ruh durumunu belirleyen müziğe inanırım." diyordum. Pek de bir şey değişmedi. Hala normal seyreden bir günde tek bir şarkıyla ansızın kederlere gark olabiliyorum. (tersi de oluyor elbette.) 

Bugün oturduğum bir mekanda tears in heaven çalmaya başladı. Kulak verir vermez peşi sıra şarkının hikayesi belirdi zihnimde. Ve elbette küçük Conor'ın sevimli yüzü, alnına dökülen düz, sarı saçları... 
Conor Clapton (Eric'in İtalyan oyuncu Lory'den olan çocuğuydu) New York'un o çok katlı apartmanlarının birinde anlık bir ihmalkarlıkla elli üçüncü kattan düşüp hayatını kaybettiğinde henüz dört buçuk yaşındaydı. Acı hadise benim doğduğum yıl yani 1991'de gerçekleşmişti. Lory'nin anlattığına göre Eric Clapton baba olmayı pek beceremiyordu. Yine de son zamanlarda Conor'la daha çok ilgilenmeye, belki de babalığın ne olduğunu yeni yeni anlamaya başlamıştı. Yazık ki talih ona bu kısa gecikmeyi telafi etme imkanı vermedi.

Büyük acılarda duyular yetersiz kalır. Duyuların yetmediği yerde de sanat yetişir. Tears in heaven, duyuların yetmediği anlar için büyük bir teselliydi artık. Küçücük yaşta yitirilen tüm çocuklar içindi.

Şimdi, yaşadığım bu ülkede art arda öldürülen çocukların haberleriyle kahroluyorum. Üstelik hiçbir teselli kar etmiyor. O masum çocukların cennette, gözyaşının olmadığı bir yerde buluşup el ele tutuştuklarına inanmak istiyorum. Fakat bizim için geride onların ruhlarını solduran canavarlarla aynı dünyada kalacak olmak kötü. Çok kötü...

"i must be strong and carry on
cause i know i don't belong here in heaven"




25 Haziran 2018 Pazartesi

Çinli deneme üstadı Li Yü'den genç kadınlar için talim- i edebiyat:

Kadınlardaki biricik güçlük yazı dersinin başlangıcındadır. Bir kere başladılar mı erkeklerden daha akıllı oldukları meydana çıkıyor. Zira, erkeklerin düşünüşü dağınıktır, kadınların yüreği ise vahdetlidir.

En iyisi onları içlerinde şahsi hisler uyandırmadan önce sanatlara alıştırmaktır. Onlarla duyguya dayanan bir münasebet kurar kurmaz irade ile düşünüşleri bir olmaktan çıkar. O zaman parçalanmış olurlar.

Kadınlara önce yazı işaretlerini öğretmeli; sonra ad yazmayı öğretmeli. Her gün elden geldiği kadar çok işareti kafalarına sokmak değil, her gün az sayıda birkaç tane öğretmek doğru olur. Önce en az çizgisi olan, gözle en kolay kavranabilecek olanları seçmeli sonra da yavaş yavaş daha güçlerine, çok çizgisi olanlara geçmeli. Günler aylar geçtikçe daha fazla ve daha fazla almalı; altı ay yahut bir yıl geçtikten sonra artık kadına oku, diye emretmeye lüzum kalmaz. O kendi kendine her şeyi açıklayabilir, her şeyi anlayabilir. Okumaktan zevk duymaya başlar başlamaz, ona içinde aşk macerası bulunan bir hikaye verilmeli; yahut da dramatik karşılıkları bulunan bir piyes. Öncelikle bunları okusun. Bunların her biri kitaptır, ama ona kitap değilmiş gibi gelir. Böylece hiddete kapılmadan ayrıca emir verilmeden bilgi ilerletilmiş olur. Bunu nasıl açıklamalı? Bunun sebebi, roman ve hikayelerdeki kelimelerin çoğunlukla günlük hayatın kelimeleri olmasıdır. Kadın onları okuduğu vakit, sanki eski ahbaplarına rastlamış gibi olur. 

Kadını kocası kolay edebiyattan hareket ederek güç edebiyata alıştırırsa o zaman aynı yastık üzerine başlarını koyarak edebiyatın sözünü ederler; bu da erkeğin kürsüye çıkıp ona edebiyat hakkında ders vermesinden on defa daha iyidir. Bunun tesiri tam zamanında yağmur gibidir.



27 Mayıs 2018 Pazar


Yirmili yaşlarımın henüz başlarındaydım. Leonard Cohen'le aşka, yenilgiye, yaşamın kendine has yanlarına, küçük şeylerin görkemine, yalnızlığa ve esrikliğe dair çok özel bir dostluk geliştirmiştik. Müzik, hasbahçemiz, şiir yoksunluğumuzdu. Duvarları kağıttan bir evde yaşıyorduk. Yabancıları seviyor ama yine de muskalarımızı kuşanmadan onlarla birlikte olmuyorduk. Cohen beni Catherine Tekakwitha'ya benzetiyordu. Bense Pawel Pawlikowski'nin İda'sına benziyorum diye inat ediyordum. (Acaba o filmi hiç izlemiş miydi?) Yolculuklardan hoşlanıyorduk. (Tıpkı Breavman ve Krantz gibi.) Radyoda rock'n roll çalıyorsa içimizdeki özlemi, Handel çalıyorsa ihtişamı anlıyorduk. Mistik arayışlarımız da birbirine benzerdi üstelik. Onun içinde bir keşiş, benim içimde bir derviş yaşıyordu. Yaşlandıkça bilge bir kaplumbağayı andırmaya başlamıştı. Hemen her gece uyumadan önce, "Tanrım, hazırım." diyordu. Belli ki insanların onu bilinmeyen yönleriyle anlatmaya başlayacakları gün yakındı. Bir ölünün sırlarını açığa çıkarmaktan tuhaf bir haz duyarız. Nasılsa hayatta olmadığına göre söz ya da sır hükmünü yitirmiştir diye düşünürüz. Cohen bunu biliyordu. (Everybody knows) Giderken yanında pek fazla sır götürdüğünü sanmıyorum bu yüzden.



23 Nisan 2018 Pazartesi

"Günün birinde Cuang Cou, bir kelebek olduğunu, neşeli, hayattan memnun bir kelebek olduğunu rüyasında görmüş. Bu kelebeğin Cuang Cou'dan haberi bile yokmuş. 

Birdenbire uyanmış, bir de görmüş ki, gerçekten Cuang Cou imiş. Şimdi, artık Cuang Cou rüyasında bir kelebek mi olmuştu, yoksa bir kelebek rüyasında kendini Cuang Cou olarak mı görüyor, bunu bilemiyormuş.

Bir kelebekle Caung Cou arasında fark vardır. Fakat, ne dersin, varlıklar işte böyle değişirler."




Philosopher watching a pair of butterflies, 1819, by Katsushika Hokusai


19 Nisan 2018 Perşembe

"Özdeyişlerle düşünmeyen ve konuşmayan, fakat özdeyişlere göre yaşayan; yaşama karşı özdeyişler gibi, aphorismenoi ve segregati (ayrılmış, kopmuş) yaşayan, insanlarla birlik olmadan, üzüntü ve neşelerini paylaşmayan biz; hayatla ayrı telden çalan, bu yüzden de gecenin sessizliğinde bir araya gelen yalnız kuşlarız, yaşamın kederi, günün uzunluğu ve zamanın sonsuzluğu bizden sorulur; biz, sevgili symparanekromenoi, aptalların sevinç ve mutluluk oyunlarına inanmayanlarız, biz mutsuzluktan başkasına tapınmayanlarız..."

(Kierkegaard'un bahsettiği de bir çeşit mutluluk elbette. Kendi kalabalığında dingin bir yaşantı kuran insanın mutluluğu. Mutsuz insanın mutluluğu.)

12 Nisan 2018 Perşembe

Gerçeklik Denen Safsata 


Sainte-Beuve, Madam Bovary eleştirisinde Flaubert'e, "Kitabında eleştirdiğim, iyinin fazlasıyla eksik olmasıdır," diye yazar. Ve devamında lafı şuna getirir: Madam Bovary, üstün zekalı, yüreği kıpır kıpır ve canı fena halde sıkılan bir kadın olarak neden kendini çalışkan bir hayırsever olmaya adamaz?

George Sand de mektubunda hemen hemen aynı şeyi söyler: Flaubert, kahramanlarına karşı beslediği duyguyu neden saklıyor? Neden romanında "kişisel doktrinini" göstermiyor?

Israrla demek istedikleri şey şu aslında, teselli etmiyor, ahlak dersi vermiyorsa tüm bu yazdıkların gerçekte neye yarıyor? Yergilerin neyi onarıyor?

Flaubert ise, ders niteliğinde bir yanıt verir bu eleştirilere. O, romanlarını kendi değer yargılarını iletmek için yazmıyordur. Onun derdi başkadır:

"Ben her zaman şeylerin ruhuna inmeyi istemişimdir."

Sevgili Milan Kundera, (ki onun romancılığı da en az Flaubert'inki kadar önemli bir okuldur benim için) bir zamanların "sosyalist gerçekçiliğinin" eğitici söylemlerini hatırlatan bu ahlak dersiyle dalga geçmenin çok çekici geldiğini söyler açık yüreklilikle. Ne yalan söyleyeyim bana da inanılmaz çekici geliyor. 

Peki, biz Flaubert'den bu yana şeylerin ruhuna ne kadar inebildik? Ve şimdilik ne bulduk orada? 

Şöyle sıralayabiliriz: 

Gerçeklik bir safsatadır.
("Mecaz oldu hakikat, hakikat oldu mecaz" diyen Sadullah Paşa bile  bizden evvel farkına vardı olacak olanın.)

Komik yoktur. (Bundan sonra bütün gülmeler, komik bir durumdan değil, bir komik yokluğu'ndan kaynaklanacak. Geçmişte bile insana nadiren yüzünü gösteren gerçek "komik" tamamen yok oldu. Yokluk kendini hissettirdikçe dünya sadece gülmemesi gereken şeylere güler hale gelecek. Kahkaha, artık komik olmayandan yana!)

Aşk, yalnızca bir nostaljidir. (Arzu, onu öldürmüştür. Ne yasa, ne gelenek, ne de inanç buna engel olabildi. Kundera'nın dediği gibi, şimdi her şeye izin vardır ve tek düşman kendi çıplak kalmış, büyüden yoksun kılınmış, maskesi çıkarılmış bedenimizdir. Bu yüzden öyle aşklar artık filmlerde, romanlarda bile olmayacak. Yalnız bir maziden ve özleyişten bahsedilecek belki. Çünkü aşk, aşk özleminden başka bir şey değildir artık.)

Önemsiz, önemlidir. (Flaubert'den itibaren şeylerin ruhuna inen romancı/yazar Kafka durağında bir dönüşüm geçirdi. Ardından Camus'nün aynasında kendine yabancılaştı ve yoluna bir "Homo Absurdus" olarak devam etti. Ya şimdi? Elbette o aynada kendine dil çıkarıyor. Yoksa kendisine dil çıkaran aynadaki mi? Hangisi gerçek? Bu soru önemsiz. Öyleyse, yaşasın önemsizin önemi!)

Nonsence is the new sense. ("Bu bahsi derinleştirmek isterdim ama sözlerimin âlimâne olmasından korkuyorum.")

Peki, yeryüzünde bunca acı ve ölüm? (Hep olacak, değinsek de değinmesek de. Hem artık onlar bizim gündemimizde değil, biz onların gündemindeyiz. Şimdi gidip bizi onlardan sormalı.)

Liste böyle böyle uzar gider ama bu meseleye akşam akşam neden değindim? Sebebi pek de tanımadığım birinden aldığım bir mesajdı. Gönderen tüm samimiyetiyle benim için epey üzülüyordu. Anlaşılan durumum vahimdi:

"Gerçeklikten kopmaya başladığını gözlemliyorum. Belirtmek istedim. Bakışlarına kadar sinmeye başladı. Yazılarını ve bakış açını gerçek-dışı ve çöldeki kumlar gibi görüyorum. Hiç kimseye bir faydası olmayacak."

Ne diyeyim. Gerçekliğe bir itimadım olduğunu sanmasına üzüldüm. Ama öte yandan bir sanrısı olmasına sevindim. 

Zamanında sanat için samimi bir yakarış arayışına düşmüştüm. Nasıl bir yakarı bulmalıydım ki, yaratmayı, çoğaltmayı, yalnız ve yalnız sanatın muhatabı olarak başarabileyim. Üstelik bu yakarış "Allah'ım, bana eşyanın hakikatini göster." kadar içten ve anlamlı olmalıydı. Çok geçmeden bulmuştum:

"Tanrı, şeyleri sadece oldukları şey olarak görmekten korusun bizleri. Sanrı da, en az tanrı kadar, bizimle olsun."





26 Şubat 2018 Pazartesi

 Soğuk Kış Gecesinde / Der Shabe Sarde Zemestani


Soğuk kış gecesinde
Güneşin ocağı da yanmıyor kandilimin sıcak ocağı gibi
Ve kandilim gibi
Hiçbir kandil ışık saçmıyor
Ne de gökte parlayan soğuk ayın ışıltısı
Kandilimi yaktım gidip geldiğinde komşum karanlık bir gecede.

Ve soğuk bir kış gecesiydi,
Rüzgar sarıvermişti çam ağaçlarını
Sessizce yığınların arasında
Benden ayrı yitip gitti bu patikalarda.
Ve bu hikaye hala hatırlanır
Ve dudaklarımda asılı durmakta bu sözler:
"Yakan kim, yakılan kim?
Kimdir yüreğindeki bu hikayeyi biriktiren?"
Soğuk bir kış gecesinde
Güneşin ocağı da yanmıyor kandilimin sıcak ocağı gibi.




Nima Yuşiç (1897 - 1960)

11 Şubat 2018 Pazar


"Mitler, göklerin müziği. Tınının adını veremesek de ona göre dans ettiğimiz bir müzik. 
Ne yaparsak yapalım onun nakaratını duyarız."  - Joseph Campbell 

Dün akşam haberlerde izlemiştim ama olayı dehşetle hatta tuhaf bir hayranlıkla izleyince haberin detaylarını kaçırmışım anlaşılan. Aradım, o görüntüyü bir türlü bulamadım. Sanıyorum Afrika'daydı. Bir tören/kutlama sırasında gayet ihtişamlı çadır benzeri bir şeyi üzerinde bezden bir tenteyle, metal saplarından tutup taşıyan ve kalabalığın arasında ritmle yürüyen dört beş kadar kişi, bir anda elektrik akımına kapılıyorlar. Çadırın ortasında onlarla beraber yürüyen çocuklar da var. Her şey bir anda oluyor. O metal direkleri tutanlar aynı anda, neredeyse törensel bir uyumla toprağa basan ayaklarından ansızın alev alıp yere yığılıyorlar. Onları izleyen ve kameraya alan topluluk buz kesiyor. Tentenin altında yürüyen çocuklar hayattalar, şaşkınlık ve korkuyla sağa sola kaçışıyorlar. Sahiden insanda dehşet uyandıran ama bir o kadar da büyülü bir şey. Söz konusu olay modern zamanlarda geçmeseydi oradaki kalabalık akıma kapılan o dört beş kişinin göksel bir müdahaleyle ayaklarından ateşlerle yere çivilendiklerini, dünyevi hiçbir günaha/karanlığa bulaşmamış olan çocukların nasıl da korunduklarını, kim bilir nasıl bir lanetle karşı karşıya olduklarını ve bunun nasıl korkunç bir tehdit, bir uyarı olduğunu düşünecekti şüphesiz. (hatta belki düşünmüşlerdir de.)

Şimdi, Michel Tournier okurken rastladığım bir pasaj bana bu haberi yeniden düşündürdü. Şöyle diyor Tournier, ki hiç de haksız sayılmaz: "Bir halkın fakirliği kutlamalarının ihtişamıyla ölçülür. Tersine, hayat standartlarının giderek artması kutlamaların giderek azalmasını getiriyor."

Görkem, ona en çok ihtiyacı olana açar kapılarını. Üstelik bizim kaygılandığımız kadar yüce bir estetik değer falan da gütmez. Yeryüzünde kutlamalara, ritüellere, yerli-yersiz şenliklere en çok acının tazeliğini koruduğu, insanın ve ölümün koyun koyuna yaşadığı coğrafyalarda rastlamamıza şaşırmamalı. Mitler tam da buradan doğmuyor mu? Fakir ve ilkel olanın yaşamla, bilinmeyenle, kendisiyle taban tabana zıt olan ihtişamla arasındaki o sıkı bağ, yaşam standartlarını giderek yükselten, her şeyi kendi içinde açıklığa kavuşturan ve iflah olmaz bir can sıkıntısıyla kıvranan uygar insanda bulunmayacak hiçbir zaman. Ölümü ve yaşamıyla bizi hayrete düşüren, bize ölüm ve yaşam üzerine düşünmeyi bahşeden yine ve sadece "ilkel"in kendisi olacak.