“Sözcükler donuyor ağzında ve Etna Dağı’nda (olsan) buz yapardın onlarla.”
-Leonardo Da Vinci
İşleyen bir saat durduğunda, duran saatin huzursuzluğu başlar. Zamanı hiçbir şekilde kesintiye uğratamayacağını anlayan insan bilinci, onun kontrolünü yitirdiği anda böylesi bir huzursuzluğa kapılır. Modern çağın amansız bunalımı da temelde aynı kontrolsüzlükten kaynaklanan bir endişeyle doğar. Aslında her çağın kristalize olmuş şimdisi, kalbinde potansiyel bir huzursuzluk taşır. Dünya var olalı beri savaş, yıkım, kıyamet gibi sonu işaret eden ya da barış, özgürlük, Mesihçilik gibi bir çeşit başlangıç muştulayan mitlerin hemen hepsi bu tedirginliği aşma arzusuyla var olan mitlerdir.
Dil de benzer bir uykuyla ivmesini yitirdiğinde artık huzursuzdur. Bu durum tıp literatüründe huzursuz bacak sendromu diye adlandırılan o ilginç sendromu hatırlatır insana. İstirahata çekildiğinde uyuşmaya, yanmaya başlayan bir bacak gibi dil de uyuşur, peltekleşir. Kıpırdanma, seğirme, hatta saçmalama (frivolous) yoluna gider. Yirminci yüzyılın genel atmosferini ve modernist metinlerini mayalayan asıl şeyin böyle bir huzursuzluk olduğunu söyleyebiliriz: "İnsanlık o zamana kadar ikiye ayrılıyordu: statu quo'yu savunanlar ve onu değiştirmek isteyenler, oysa tarihin hızlı akışı sonuçlarını verdi: Eskiden insan çok yavaş dönüşüm geçiren toplumun değişmeyen, hep aynı kalan dekorunda yaşayıp gidiyordu, ansızın tarihin uçan bir halı gibi ayaklarının altından kaydığını hissetmeye başladığı an gelip çattı: Statu quo harekete geçmişti! Birden, statu quo ile uyum içinde olmak, harekete geçen tarihle uyum içinde olmakla aynı şey oluvermişti! Sonunda insan, hem ilerlemeden yana hem konformist ve hem itaatkâr hem isyankâr olabilecekti." (Milan Kundera, Perde) Uyum aslında uykudan başka bir şey değildi modern insan için. Modernistlerin (özellikle romancıların) huzursuz başkaldırısı modernitenin kendisine olmuştu bu yüzden. Kundera'nın da altını çizdiği gibi, artık modernizm ismini hak eden tek modernizm, antimodern modernizmdi. Modernistler, ortaya koydukları metinlerde kendisiyle özdeşleşen bir özne fikrini vurguluyordu. Çoğu kez bilinç akışıyla izini sürdüğümüz içselliğin bizi sürükleyip sıklıkla kapısına götürdüğü özne, tam olarak böyle bir özneydi. Bu öznenin tercih ettiği yazı dilini, geliştirdiği anlatım tutumunu ilginç kılan şey, bahsini ettiğimiz huzursuzluktan doğan gerilimdi kuşkusuz. Fakat bir süre sonra dilin o gerilim içerisinde takatten düşerek uykuya dalacak olması işleri epey çıkmaza sokacaktı.
Franz Kafka Dava'da, Dönüşüm'de, Albert Camus, Yabancı, Başkaldıran İnsan, Sisifos Söyleni gibi romanlarında, Sartre Bulantı'da, Musil ise Yaşarken Açılan Miras ve özellikle Niteliksiz Adam'da huzursuzluktan doğan bu gerilimle birlikte dönüşen, zaman zaman kilitlenen, gerçeklikle her çarpışmasında dişlenip kanatılan bir dil kurmuş oldular. "Bir dönem gelir, hayat sanki devam etmekte tereddüt ediyormuş ya da akışını değiştirmek istiyormuş gibi belirgin biçimde yavaşlar. böyle bir dönemde insanın başına kolayca bir felaket gelebilir." Robert Musil’in Üç Kadın isimli romanı bu cümlelerle başlıyordu. Tarihin hızına yetişemeyen modern insan, sonu gelemeyen bir şimdinin yavaş akışında mütereddit bir özne olarak beliriyordu. Bu öznenin dili, her an bir dönüşüm bir başkalaşım beklediğinden olsa gerek, dildeki müphemiyete yönelerek yavaş yavaş parol'ü yani söz'ü dışlamak zorunda kaldı.
Bütün büyük kopuşlar dilde başlar. Öteden beri sözü yazıya yeğleyen, varlık/yokluk, ruh/beden, özne/nesne, erkek/kadın gibi daimi bir hiyerarşi güden Batı metafiziğinden ve onun hâkimiyet anlayışından kopuşun ilk ve kesin belirtisiydi bunlar. Derrida'nın veya diğer yapısökümcülerin gözünü idealist filozofların sözmerkezciliğine ya da fallogomerkezciliğine (logos+phallus) dikmesinin nedeni de bir çeşit merkezden kopma, merkezsizleştirme gayretiydi aslında. Yazının (écriture) tekinsizliğini ve çok anlamlılığını sözün kavram hâkimiyetine ve tek anlamlılığına tercih etmek gerekiyordu onlara göre. Yapıyı sökmek, onu parçalarına ayırmak birçoğumuzun algıladığı hatta endişe ettiği biçimde onu itibarsızlaştırmak anlamına gelmiyordu. Amaç, dili uykusundan uyandırmanın, ona yeniden hareket kazandırmanın başka bir yolunu göstermekti.
Kuramlar örüntülerini bazı boşluklar üzerine kurarlar. Örümcek ağına benzer bir ağdır bu örüntü. Düşünceyi ölü değil canlı ele geçirmeyi ve onu bir müddet yaşatmayı arzuladıkları için haliyle boşluklara da ihtiyaçları vardır. Kuramları ideolojilerin aralıksız ve sıkı sıkıya örülmüş, içine aldığı hemen her düşünceyi anında soluksuz bırakan kılıflarından/maskelerinden ayıran şey de budur esasen. Başka ve yeni bir düşüncenin mümkün olabilmesi için o boşluklar elzemdir. Yazı tam olarak böyle bir boşluk yaratır. Bir çeşit anlam dayanaksızlığına yol açarak sözün tek anlamlılığından gelen gerçeği ve onun varlığını yadsıma yoluna gider. Dünyanın yakın zamanda yaşadığı büyük hakikat krizinin izini yazıda ve haliyle edebiyatta sürebilmek bu yüzden mümkündür. Gel gelelim, Platoncu bir idealizmle yazıyı tek başına bu krizin müsebbibi görmek, onu yaşayan düşünceye ve varoluşun kendisine düşman olmakla suçlamak bize indirgemeci bir bakış açısından başka bir şey sunmuyor ne yazık ki. Dilde anlamın askıya alınmasını amansız bir hastalık gibi görmek yerine onu bir bulgu olarak karşılarsak yeni ve başka bir hareket alanı yaratmanın mümkün olacağını da görebiliriz.
Birçok eleştiriye rağmen sözün dile ivme kazandıran tarafını da gözden kaçırmamak gerekiyor. Düşüncenin hareket alanı sayabileceğimiz felsefenin belirli bir süre yazıyla ilişkisini ikincil tutmasının sebebi de bu ivmenin yani aktif bir potansiyelin kıvılcımını sürdürebilmekti. Aristoteles'in eyleme karşıt olarak öne sürdüğü "potansiyel" kavramını tam olarak bir sarkacın salınımına benzetebiliriz (potentia passivita). Uçlar arasında iki yönlü bir salınım... Haliyle orada gerçek bir eylemlilik halinden söz etmemiz mümkün değil. Yazının satırları çizip duran bu malum sarkacı tek başına aktif bir eylem alanı var edebilir mi, orası tartışılır fakat sözün (anlamı anında yakalamasına rağmen) aktif bir potansiyeli de beraberinde getirdiğini hesaba katmakta yarar var.
Şimdi, felsefenin sahasından biraz uzaklaşıp asıl değinmek istediğim noktaya geçmek istiyorum. Doğrudan dil ve edebiyat ilişkisine odaklandığımızda da edebiyatın gerçek evrimini, büyük sıçrayışlarını yine dilin kendisine ve onun ayartıcılığına borçlu olduğunu görüyoruz. Modernistlerin şiirde ve romanda daha çok yazı diline odaklanmaları, onlardan sonra gelen düşünürlerin de metni yani yazıyı ve müphemiyeti söze ve onun kesinliğine yani bir şekilde gerçekliğin kendisine tercih etmeleri modern sonrası dönem için ilginç bir açmaz doğurdu bir taraftan. İçselliğin girdaplarında kaybolan ve kendiyle özdeşleşen özne bir süre daha bu buhranları tahlil ve temsil etmeyi sürdürdü. Ortaya koyduğu dil ise kendini kopyalamaya başlamıştı. Edebiyatımıza baktığımızda büyük yazarların arkasından gelen ve dilin kendisiyle değil de yazının kendisiyle ayartılan çoğu çağdaşımızın bir tür dil kopyalama döngüsünde sıkışıp kaldığını görüyoruz. Kendi dönemlerinde sıçrama yaratan Sait Faik, Vüs'at O. Bener, Nezihe Meriç, Onat Kutlar, Orhan Duru gibi yazarların farklı bir kanal açmaları ve bugün öyküde elli kuşağı olarak anılmalarını sağlayan şeyin başında şüphesiz dille kurdukları derin ilişki geliyordu. Fakat açıkça söyleyebiliriz ki o derinlik kendilerinden sonrakiler için başka bir dili mümkün kılmayan yine “kendilerine has” bir derinlikti. Daha çok yazıya eğilen ve yazının belirsizliğinden neşet eden bu dilin sınırlı hareket alanından usanan yazarlar çareyi yüzeyi ve derini buluşturan hatta iç içe geçiren postmodernist anlatıda buldu. Oğuz Atay'ı, Bilge Karasu'yu, Orhan Pamuk'u, Latife Tekin'i çağdaşları arasından çekip çıkaran, daha da görünür kılan yine aynı şey olmuştu: Dil. Elbette en az onun kadar etkili bir başka şeyin yani kurmacanın da payı büyük bu sıçramada.
Post-modern anlatılar, modern dönemin anlatım tekniklerini belirginleştirmekle beraber ondan farklı olarak sözü ve sözlü kültürün formlarını yeniden kullanılabilirliğe açtı. Dikkatli baktığımızda pastiş, parodi, ironi gibi tekniklerin çoğunun temelde söz kaynaklı olduklarını görürüz. İçsel öznenin bu süreçte parçalanması da çok sesliliği beslemiş, böylelikle sözün kendisinde dile kıvraklık kazandıran, ona kinetik enerji yani aktif bir potansiyel sağlayan yapı bir oranda metne dâhil olmaya başlamıştı. İşin daha ilginci bu durumun izlerini romandan ziyade öyküde daha net sürebiliyor olmamız. Sanıyorum bu durum biraz da bizim anladığımız şekliyle romanın, mizacı itibariyle dili, kurguya/kurmacaya kurban vermeye daha yatkın olduğu gerçeğinden kaynaklanıyor.
Robert Kelly haklı. Dil bizi tuhaflığıyla/başkalığıyla/yabancılığıyla ya da kendi içindeki çelişkilerle uyandırmadığı sürece dilin içinde uyup kalmaya devam edeceğiz. Öykücüler olarak kurmacanın büyülü dünyasında bize başka hamleler, sıçramalar sağlayacak olan dili öncelemek ve onu mümkün olduğunca uyanık tutmaya çalışmak boynumuzun borcu olmalı.
Bu yazı, Hece Öykü, 92. sayıda yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder