Pîrimiz Şehrazad’a
Ulysess'in başkarakterlerden biri olan Molly Bloom'un romanın sonundaki tiradı dikkat çekicidir. Monolog bir "Yes" ile başlar ve biter. Geleneksel estetikte "çünkü" ve "sonra"larla birbirine bağlanmış determinist yapının, hatta onun da derininde bir kalp atışı gibi duyulan ilkel epik ögenin tam anlamıyla çözülüşüdür bu:
"... Endülüslu kızlar gibi gülü saçıma taktığım zaman yoksa kırmızı mı taksam evet Mağribi duvarının altında beni nasıl öptüğünü de ve düşündüm ki bir başkası olacağına o olsun ve gözlerimle sorduydum ona gene sorsun diye evet o da sorduydu bana ister miyim diye evet evet diyeyim diye dağ çiçeğim benim sonra ilkin kollarımla ona sarıldım evet kâmilen parfümlediğim memelerimi hissedebileceği şekilde onu ta kendime çektim evet ve onun yüreği çılgınlar gibi vurmaktaydı ve evet dediydim evet isterim Evet."
Dil, Modernist deneylerle şiddetli bir krize girdiğinde "kapalı" ve "organik" diyebileceğimiz bir metin fikri ortaya çıkarır. James Joyce, Marcel Proust gibi yazarların mimarisinde bu anti-mimetik yapı baskındır. Elbette modernler ile modernistler arasındaki önemli bir ayrımı hatırlamakta fayda var. Modernler yansıtmacı (mimetik) bir anlatı tercih ederlerken modernistler anti-mimetik bir anlatı ortaya koyarlar. Öncesiz ve sonrasız bir dünyanın zihinsel yaşantısında seyreden çok parçalı bu "yazınsal" metin fikri, ünlü göstergebilimci Jurij Lotman'ın tanımıyla "sonsuz dünyanın sonlu modeli" olup çıkar. Metin hiçbir yerden başlamayan ve hiçbir yere ulanmayan bir varoluş parodisine dönüştüğünde ise dil -bütün baştan çıkarıcı sayıklamalara rağmen- uykuya dalmaya mecburdur artık. Bizim Modernistlerimizden Vüs'at O. Bener'i hatırlayalım. Bay Muannit Sahtegi'nin Notları, günlük notlar biçiminde kurgulanmış yarı otobiyografik bir anlatıdır. Metinde Joyce'un stream (bilinç akışı) kavramının izlerini açıkça görmek mümkündür. Kendi metni üzerine hem konuşan (sayıklayan) hem onu icat eden bir anlatı kişisidir Bay Muannit Sahtegi. "Dolaşık, aman vermez biçem oyunlarını bozmaya, anlaşılırlığa yöneldiğini kanıtlamaya çabalayan" bir yazardır aynı zamanda.
"Kolay suçlanabilen: zaman. Beni geride bırakan, koyup giden. Ne atbaşı koşabiliyoruz, ne yarışı önde götürebiliyorum. Böyle amansız, çılgın, yenik boğuşma. Yazarken sözde dural olan, kaçıyor elimin altından. Nasıl ileneyim bilmem! Hani sövgü öfkeni uyarır ya da yatıştırır. Neden bunca doğuştan uygarsın. Hiç insanca yanın yok. Sevemiyorsun. Savın boş. Nesin sen? Oysa isteyebilsen, istemeyebilirdin de. Hadi oradan, bilinçsizliğin aç bilinci!"
Zihinsel yaşamın çok boyutluluğu yeniden üretilirken diğer tüm Modernistler gibi aynı kilit imgenin üzerinde durur Bener: "Zaman." Bay Muannit Sahtegi'nin monoloğuyla yukarıda Molly Bloom'un sonsuz bir akışta rastgele kesmelerden oluşmuş tiradı arasındaki tek fark, Bay Sahtegi'nin bu sıkıştırılmış zamanın içinde değil ayırdında olmasıdır. "Hadi oradan" diyerek uzaklaştırdığı şey, yani "bilinçsizliğin aç bilinci", Molly Bloom'un tiradında sonsuzluğa ulanmış bir melodi gibi duyurur kendini. Böylesi bir aç bilinç, dilin kendisiyle değil, aksine dil uykusunda görülen sonsuz bir düş ile doyurulabilir.
Dil Uykusu, Düşünce Uykusudur
Niteliksiz Adam romanının Ulrich'i şöyle der: "Dünyanın alabildiğine sonsuz, düzensiz ve kontrol edilemez görünmesi ölçüsünde, sanatçının ona sonlu bir biçim vermesi olanaksızlaşır."
Robert Musil'in kendi roman kişisi üzerinden göz kırptığı buluşma düşünce ile anlatının buluşmasıdır aslında. Sonlu olanın içinde bir düzen arayışıdır. Çünkü dilin uyuduğu yani kavramayı bırakıp yalnızca varoluşu yansıladığı yerde düşünce de uyur. Aynı yüzyılın içinde, zamanın çağrısına uyan Proust ve Joyce'un dışında Robert Musil, Hermann Broch gibi isimler düşüncenin çağrısına kulak verirler. Tamamlanmamışlığın, çok parçalılığın arasından başını bir nebze uzatarak tekrar biçime, biçimdeki yeniliğe yüzünü çevirirler. Dilin, bir gerçekliği ifade etme biçimi değil, bizzat "kurma" eyleminin kendisi olduğu ölçüde yeniliklere imkân tanıdığı fikri de yeniden gündeme gelir böylece. Milan Kundera'nın ifadesiyle Musil, Broch, Gombrowicz gibi Orta Avrupalı yazarlar roman sahnesine yüksek ve parlak bir zekâ ögesi taşırken, aynı zamanda dilde uyanmanın ilk belirtilerini de gösterirler.
Yine yirminci yüzyıl estetiğinde dilin uykusunu biraz açabilmek için Thomas Bernhard gibi yazarların "fragman metin" üzerinde durduklarını görürüz. Ethos'un ağırlığından kurtulmanın bir yolu olarak parlak bir fikirdir bu. Öte yandan dilde Logos ve Pathos'un yani mantığın ve ruhun savunmasız birlikteliğine açılan davetkâr bir kapıdır. Fikir ve ruh ancak kısa ve etkili bir şavkımada buluşabilirler. Romanın hacimli yapısı için uzun sürmeyecek bir birliktelik. Bu yüzden Bernhard'ın metinleri bir romandan ziyade düşünsel bir novellayı andırır. Kendisi için "darası alınmış Dostoyevski" diyenler haksız sayılmazlar. Dostoyevski'nin kurduğu etik mahkemeler Bernhard'da genelleme ve indirgemenin güçlü darbelerine dönüşürler. Roman tarihine, hatta tarihin kendisine (Walter Benjamin gibi düşünürlerce) yönelmiş darbelerdir fragmanlar.
Düşüncenin İmgesi & İmgenin Düşüncesi
Bu bahsi cüretkâr bir tespitle açalım:
“Edebiyat, ne olduğuna dair bilinçsizliğini teslim ederek çıktığı yolda, düşüncenin imgesine dayanan felsefeyi belli ölçüde keyfekeder dolaştıktan sonra er ya da geç felsefeye haddini/hududunu bildirir.” (Müge Serin, Sorgu Kipinde Düşünce: Edebiyat ya da Temelsizlik Kaygısı.)
Düşüncenin imgesinden yola çıkan felsefe, öğretileri için çoğu kez edebi metinleri araçsallaştırır fakat tüm teşebbüslerine rağmen (idealist felsefeciler gücenmesinler) dilin kendisini araçsallaştıramaz. 20. yüzyılda dil ile dünya arasındaki ilişkileri en çok sorgulayan Alman filozof Ludwig Wittgenstein, felsefe için, "dilin yanlış anlaşılmasının bir yan ürünüdür." derken dilin metafizik yönüne dikkat çekmek ister. Ona göre bir sözcüğün anlamına erişebilmek için salt kendi içimize değil, onun dış dünyadaki yani yaşam biçimimizdeki kullanımına bakmamız gerekir. Felsefenin mantıksal bağla eriştiği bu bilgiye, edebiyat doğrudan dil ve dünya arasında geliştirdiği aracısız bir bağla, imgenin kendisiyle erişir. İmge, iç dünyayla dış dünya arasına yerleştirilmiş basamaksız bir merdiven gibidir. Yine Aristo'nun retoriğiyle tanımlarsak, bahsettiğimiz merdivenin basamaklarını sorgulayan / savunan Logos, var olacaksa bile o basamakları belirli bir hizaya göre dizmeye uğraşan Ethos, basamakların bize doğrudan sezdiren ise Pathos’dur. Pathos, hem Yüce’nin hem de Güzel’in krallığıdır. Edebi metinler bu krallığın bahçelerinde gezinirken kendilerinin ne olduklarına dair kemirgen bir kuşkudan âzâde -zaman zaman felsefeye keyfekeder uğrayarak- bir özdeşleşme haliyle gezinirler. Bu özdeşleşme kathartik (acı çeken kahraman), ironik (anti-kahraman), sempatik (gündelik kahraman) ya da hayranlık uyandırıcı (mükemmel kahraman) olabilir.
Güzel'in ve Yüce'nin krallığı olan Pathos, dilde uykuya daldığımız ya da dil uykusundan uyandığımız yerdir aynı zamanda. İmgenin düşüncesi yine orada belirir. Valery'de "şiirsel bilme", Otto'da "kutsal", Freud'da "tekinsiz", Benjamin'de "aura", Bloom'da "rekabet" şeklinde ve yine sayısız biçimlerde tanımlayabileceğimiz Yüce, gözlerini aynı ölçüde Güzel olana, yani estetiğe çevirdiğinde dilin uykusunu da kaçırmış olur. Güzel'in Yüce karşısında kendisini düşmüş (cennetten kovulmuş) hissetmediği (Modernistleri içine alan çöl budur biraz), Yüce'nin de Güzel olanı aşağı bulup onun karşısında hoşlanma ile iğrenme arasında derin bir kararsızlığa sürüklenmediği gerçek bir uyanış halidir bu.
Meseleyi şimdilik burada, Fransız yazar Maurice Blanchot’nun uykumuzu kaçıracak bir cümlesiyle noktalayalım:
"Bütün bunlar edebiyattan başka bir şey değil ifadesinde daima aşırı bir sevgi ve aşırı bir kınama söz konusudur."
Bu yazı, Hece Öykü'nün 98. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder