Gerçek, dört unsur kadar hayatidir pratik yaşamda. (Nasıl da tutunuruz ona!) İnsan kendisi için işe yarayan bir gerçeklik versiyonundan (makul bir iş, makul bir evlilik, makul bir çocuk, makul ölçekte çekişmeler, dedikodular, hazlar, keşifler ve yarışlardan) memnun olmadıkça nevroz ataklarıyla boğuşur durur. Rüzgârda savrulan saçları güçlükle zapt eden lastik bir toka gibi derleyip toparlar bizi gerçek. Fakat yolun bir yerinde, özellikle deneyimin sarp tepelerine vardığımız zaman, gerçekliğin atlarından inip yola yaya ve yalın ayak devam etmemiz gerekir. O sarp tepeden dönüp geriye baktığımızda yeryüzü boyunca uzanan büyüleyici bir sahne ve harikulade inandırıcılıkla oynanan sayısız piyes görürüz. İçinde olduğumuz yüzyılda edebiyat sadece gerçekliğe değil, daha önceki edebiyata da yönelmiş bir taklidin (yani “taklidin taklidinin”) peşine düştü. Edebi eserlerde romantik yalanlardan değil romansal bir hakikatten söz ediyoruz artık.
Büyük romancılar, insanın sağlam ve güvenilir addedilen ilmeklerini bir bir sökmeye başladıklarında gerçek hayatta yüzleşemeyeceğimiz kadar çok sahtelikle karşı karşıya getirdiler bizi. Rene Girard, hiç kimsenin izleyicisi olmak istemeyen ve gürültüyle tanımlanan bireyciliklerin içlerinde yeni bir kopya biçimi sakladığını söyler. Ona göre hemen herkes kendi arzusunun üstünlüğünü ve önceliğini belirterek bir ötekini taklit eder. Kendiliğinden olduğu düşünülen çoğu arzunun temelinde -bir pompayı çalıştırmak için yetecek bir miktar su misali- o arzuyu tetikleyecek bir dolayımlayıcı bulunur ve romansal dehanın peşine düştüğü şeylerden biri de tam olarak budur.
Girard’ın verdiği örnekler arasında Dostoyevski’nin Delikanlı romanı özellikle ilgi çekici. Arzunun taklidi doğasını açığa çıkaran bu romansal deha, bir öteki olmaksızın arzu duymanın imkânsızlığı üzerinde durur. Romanda bir baba ve oğul aynı kadını severler. Dolgoruki’nin generalin karısı Ahmakova için duyduğu tutku aslında babasının duygusunun bir kopyasıdır. Böylelikle oğul, babayı hem azılı bir rakip olarak görür hem de trajik biçimde onun büyüsünün kurbanı olur.
Bir sahtekâr olarak hayatım ya da postmodern Prometheus
İnsan doğasındaki öykünmeci arzunun sahte olanla ilişkisi sanatçı özelinde çok daha kaotik bir hâl alır. Avustralya’nın ve de yirminci yüzyılın en ünlü edebi aldatmacası kabul edilen Earn Malley Olayı da buna benzer bir rekabet ve büyülenme ilişkisi üzerinden ortaya çıkıyor. Dönemlerine göre oldukça muhafazakâr sayılan iki yazar, James McAuley ve Harold Stewart, modernist bir sanat ve edebiyat hareketi olan Angry Penguins üyelerini taklit etmek adına hayali bir şair olan Earn Malley’i yaratır. Eleştirdikleri modernist şiiri birebir taklit ederek bu hayali şairin kaleminden çıkmış gibi gösterdikleri şiirler yazarlar. Ern Malley’in (güya) hayatta kalan (hayali) kız kardeşi Ethel’in kisvesi altında derginin editörü olan Harris’e on altı adet şiir gönderirler. Harris ve diğer üyeler bu aldatmacaya hevesle düşerler elbette. Hatta yetmezmiş gibi Angry Penguins’in bir sonraki sayısını tamamen Malley’e ve onun dehasına adarlar.
Sahtekârlık kısa bir süre sonra ortaya çıkar ancak söz konusu şiirlerde ahlaka mugayir bulunan ifadeler yüzünden zavallı editör Harris yargılanıp para cezasına mahkûm edilir. Bu durum mesleğinin baharında bir editör için çifte kavrulmuş bir aşağılanma olur sahiden.
Aldatmaca, ilerleyen yıllarda Avustralya’daki modernist şiir için önemli bir figür haline de gelir. Özellikle 1970’lerden itibaren Earn Malley şiirleri; John Ashbery, Kenneth Koch ve Robert Hughes gibi şair ve eleştirmenler tarafından övülerek sürrealist şiirin başarılı bir örneği kabul edilmiş. Bu düşsel şairin şiirleri yaratıcılarının şiirlerinden daha yaygın olarak okunuyor artık.
Avustralyalı yazar olan Peter Carey’nin aynı olaydan ilham alarak yazdığı Bir Sahtekâr Olarak Hayatım romanı iki binli yılların başlarında dilimize kazandırıldı ancak çoğu iyi okurun gözünden kaçmış olabileceği de bir gerçek. Romana öğrencilik yıllarımda, bir kitapçının indirim reyonunda rastlamış ve açtığım ilk sayfada Milton’ın Kayıp Cennet’inden birkaç dizenin de yer aldığı şu nefes kesici pasajla karşılaşmıştım: “... Bileğimi daha çok sıktı ve acıyla bağırdım. Sonra çok sakin ama dehşet uyandıran bir sesle Kayıp Cennet’ten üç dize okudu: ‘Senden istedim mi Tanrım, çamurumdan/ bana insan sureti vermeni, Senden diledim mi/ Beni karanlıktan çıkarıp yüceltmeni?’ Lanet nüfus cüzdanımı ver dedi.”
Romanda, söz konusu olayın kahramanları isim ve kimlik değişimine uğrar elbette. Malley, siyahlara bürünmüş, yedi metrelik kızgın bir dev, Bob McCorkle olur; aldatmaca ikilisi (sahte şairin yaratıcıları) Kuala Lumpur’da bir bisiklet tamirhanesinde yaşayan şair Christopher Chubb’a indirgenir; editör Harris ise Personae dergisinin editörü David Weiss olarak yeniden doğar.
Bunlara ek olarak, hikâyeyi 60’lara taşımak için de birkaç kurgusal karakter daha yaratır Peter Carey. Editörü olduğu bir edebiyat dergisini canlandırmayı umut eden, aynı zamanda romanın asıl anlatıcısı da olan Sarah Wode-Douglass; ve onun su katılmamış fikirleriyle bir putkıran, bir narsist ve bir zampara olan şair arkadaşı John Slater. Roman her anlamda yanılgılar üzerine kurulmuş gibidir. Anlatıcı sayısı kadar sahtelik vardır içinde. Neredeyse bir güvensiz anlatıcılar şöleni. Düşsel şairimiz Bob McCorkle, 24 yaşında, işçi sınıfına mensup, eğitimsiz bir şair olarak kurgulanmıştır. Tepeden tırnağa tutku dolu, vahşi ve şairanedir. Frankenstein’ın yaratığı gibi dirilerek sanki cehennemden çıkıp gelmiş ve yaratıcısının karşısına dikilmiştir. İçten içe bütün yazarlar, yarattıklarıkarakterlerin bir gün onlara musallat olacağından korkarlar.
McCorkle, şairin hayal gücünden şeytani bir şekilde yükseldiğinde Chubb’a olan şey de tam olarak budur: “Onu dünyaya bir cahil olarak getirmiştim ama şimdi o beşini hiç duymadığım altı dil biliyordu. Ve eğer hayal gücümün bir ürünüyse, şimdiye kadar sahip olduklarım arasında en acımasız düşünceydi.” Yaratıcısından daha büyük bir şair olduğunu kanıtlayan Bob McCorkle, 24 yaşında yaratıldığı için bir çocukluğunun olmamasından yana öfkelidir. Bu yüzden Chubb’ın henüz bir bebek olan kızını kaçırır ve şairin yaşamını haset ve düş kırıklığıyla bezenmiş bir kâbusa çevirir. Tek dileği adalettir. Bu yüzden tıpkı yaratıcısı gibi kendisi de bir çocuk hırsızı olarak skoru eşitler.
Kabareden emekli düşsel bir şair: Lina Salamandre
Yeri gelmişken bizim edebiyatımızda da benzer bir “sanatkârane sahtekârlık” örneğinden bahsedelim. Şair Haydar Ergülen’in Lina Salamandre’ından. Devrim sırasında Çar’ın diplomatı olan ve o kargaşada ortadan kaybolan bir babanın kızıdır Lina Salamandre. Annesiyle birlikte Güney Fransa’ya dönerek Rusya’da başladığı düşünce tarihi çalışmalarını sürdürür. Aynı zamanda bir kabare şarkıcısıdır. Hayatı boyunca şiirler, kabare şarkıları yazar ve 1928 yılında bir otel odasında ölü bulunur. Ergülen bu kadın şairin şarkılarını, mektuplarını ve şiirlerini (güya) toplar ve onu Türk okuruyla tanıştırmak ister. Zaman zaman Şiir Atı, Sombahar gibi dergilerde çeviri şiirler olarak yayınlar bu şiirleri. Birkaç kişinin dışında şairin kurmaca olduğunu bilen olmaz bir süre. Batılı bir figür olarak yarattığı Lina Salamandre’ın şiirlerinin çoğu kez kendi şiirlerinden daha çok beğenildiğini de itiraf eder Haydar Ergülen. Salamandre (Türkçesi Semender) kertenkele benzeri bir hayvanın adıdır gerçekte. Ateşte yanmadığına hatta ateşe atıldığında o ateşi söndürdüğüne inanılan efsanevi bir hayvan. Ancak kendini sokup kendi ateşinde yanar efsaneye göre.
Haydar Ergülen romansal dehayı aratmayan şairane bir dehayla yaratmıştır bu kurgusal şairi. Onun adıyla yazdığı şiirler artık hem onundur hem değildir. Belki günün birinde bizden de bir romancı çıkar ve Lina Salamandre’ı diriltir. Yaratıcısının peşine düşürür ve otel odasındaki şaibeli ölümünün sırlarını açıklar. Sevgilisi Ruth’a yazdığı şu dizeleri aynı tutkuyla, karanlığın içinde ıslak ve parlak bir semender gibi kıpırtısızca durarak okur yaratıcısının yüzüne karşı:
“... İsa da bu kadar bırakır kendini tanrısına/ ama çarmıhı eskitir bizim gövdelerimiz/ kurtulur çivilerden, birlikte iyileşir/ ve midyeler gibi iç içe derinleşir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder